İLMÎ HAKİKATLER, GERÇEKLER... EDEBÎ ESERLER, HABER VE GÖRÜŞLER...
BEYE BENZEYEN AT
Eski zamanların birinde, gaddar bir Bay Barin (büyük çitlik sahibi, bey) yaşıyormuş. İşçilerine hiç acımazmış. Onlara zahmet çektirir, işlerinde yorgunluktan ölünceye kadar çalıştırır, ezermiş. Hatta bayramlarda bile istirahat vermezmiş.
Büyük bir bayram sabahı, işten sonra, bütün arkadaşlar bir arada dinlenirken, Bay Barin gelip, işçileri harman dövmeye göndermiş.
Ve işçiler onun karşısında, bütün gün ve gece sabaha kadar ekin dövmüşler. O kadar çok çalışmışlar ki, yorgunluktan, ayakları üzerinde duramaz olmuşlar.
Adamlar işe başlar başlamaz, Bay Barin, hemencecik elindeki sopayla harmanda bitiveriyormuş. İşçiler, uyuşuk uyuşuk çalışıyorlarmış gibi görünüyormuş ona. Onlara kötü sözlerle, tehditlerle saldırıyormuş. Elindeki sopayı sallayıp, bağırıyormuş:
- Ah, sizi işe yaramaz tembeller! Bu zamana kadar, harmandan hiçbir şey alamadım. Harmandaki çavdarı hemen dövmezseniz, şuracıkta sopayı yersiniz!
İşçiler, Bay Barin'den, işlerin daha çabuk yürümesi için, hiç olmazsa harmanda koşulmak üzere, bir at vermesini söyleyecek olmuşlar, Ama Bay Barin:
- Ne? diye bağırmış, size at mı vereyim ?.. Vereyim de hepinizi böyle tembelleştireyim, öyle mi? Eğer bir daha böyle düşünür, bana teklif etmeye cesaret ederseniz, kollarınızı kırarım! Size at vermeyeceğim! Zira atların istirahata ihtiyaçları var! Hadi, işinizin başına!
Bay Barin bağırıp çağırmış ve harman yerinden çıkıp gitmiş. Onlar da, harmanın tozunu afiyetle yutmak zorunda kalmışlar. (İstediklerini alamamışlar.)
Ama o çıkar çıkmaz, işçiler birisinin seslendiğini işitmişler:
- Oooha! Durrr! Oooha!
Sonra bir at kişnemiş ve gem şıngırtısı gelmiş. Anlaşılan, birisi at koşuyormuş.
Bu, kim olabilirmiş ki?
O sırada, harmana, cılız mı cılız, beyaz uzun sakallı, gözleri şimşek gibi parlayan bir ihtiyar girmiş. Ve onun yedeğinde de dizginli, sağlam doru bir aygır varmış.
İşçilerle selâmlaştıktan sonra demiş ki:
- İşte size at! Onu harmana koşun, sonra da en ağır işlere salın! Ormana gidin, odun çekmeye, ama odunu arabaya yüklemeyin. Ağacı kestiğiniz gibi onu, atın sırtına bağlayın, hem de dalıyla budağıyla. Hepsini, Bay Barin'in avlusuna çeksin. Direnip inatlaşırsa, çekmek istemezse, onu merhametsizce kamçılayın, acımayın! Dikkat edin! Kamçılayın ama sadece yanlarına ve sağrısına vurun. Sakın ola ki, başına vurmayın. Ona hiç yem de vermeyin! Akşamları ahıra getirir getirmez, hemen tavan kirişine bağlayıp asın. Bütün günkü çalışmasından sonra, gece de asılı dursun. Bu onun için daha yararlı olur!
Bunları demiş, ihtiyar ve ortadan kaybolmuş.
At ise, huysuz ve gürültülü bir şekilde birkaç defa kişnemiş. Onun sesi, Bay Barin'in sesine benziyormuş.
Hak tarafından, onlara bir at peydahlandığını işçiler o zaman, anlamışlar.
- Her halde bu, gök gürültüsü ve şimşeğin sahibi Rahman'ın elçisi bir melek olmalı, bize at getirmiş, diye konuşmuşlar. Hem de, O'nun emirlerine tam olarak uymak zorundayız. Onun için, o ne emrettiyse, bu ata onu yapmalıyız, demişler.
Hemen doru atı harmana koşmuşlar ve çalıştırmaya başlamışlar. Ama at direniyormuş. Tepiniyor, çifte atıyor, başını dikiyor ve çalışmak istemiyormuş. O zaman, onu iyice sopalıyorlarmış, huysuzluk etmesin diye.
Onunla böylece, günler geçmiş.
Emirleri uygulamak için, en ağır işleri yerine getirirlerken, mutlaka doru atı koşuyorlarmış. Çalışmak itemiyor mu, en acımasız şekilde, kamçılarla, sopalarla dövüyorlarmış.
Bütün gün, hiç dinlenmeden çalışıyormuş, at. Geceleyin de ahıra götürüyorlar ve onu tavan kirişine asıyorlarmış.
"Sabaha kadar böyle asılı dur bakalım!" diyorlarmış.
Ve yiyecek olarak ona hiçbir şey vermemişler. Geçen bunca zaman içinde boğazından geçen şeyler, kışın, gizlice arabadan kaptığı bir tutam samanla, yazın da duvar diplerinden koparabildiği bir parça ısırgan otundan başka bir şey değilmiş. İşte hepsi bu kadar!
Doru atın ortaya çıktığı gün, zalim bey ortadan yok olmuş. Beyin karısı onu aramış aramış, ama bir türlü bulamamış.
"Ya canavarlar parçaladı, ya da bir yerlerde ölüp kaldı, kurtlar kuşlar yediler." diye düşünmüş, aramaktan vazgeçmiş.
Bütün bir sene geçmiş aradan. At ilk zamanlar güçlü, kuvvetli, sağlam imiş. Bir sene sonra ise, çok zayıflamış, gözleri içine çökmüş, dudakları sarkmış, böğürlerinde kaburgaları çıkmış, sırtı kamburlaşmış, derisi kemiğine yapışmış bir hale gelmiş.
Bir seferinde Bay Barin’in karısı avluda, atı görmüş. Kâhyaya demiş ki:
- Bu uyuz beygiri ormana götürüp orada öldürmek gerek! Hiçbir yerde, bir işe yaramaz bu hayvan. İnsan ona baktıkça iğreniyor, inan ki.
Fakat kâhya, anlaşılan, onun nasıl bir at olduğunu biliyormuş. Bu sebeple onu öldürtmek istememiş. Zavallı doru at, açlıktan ölecek haldeymiş.
Bir gün yine büyük bir bayram sabahı, herkesin dinlendiği bir sırada, doru at sessizce ahırdan çıkmış. Bay Barin’in sebze bahçesine girmiş ve oradaki lahanaları yemeye başlamış.
Bay Barin’in karısı da o sırada gezintiye çıkmış. Bahçeye de uğramış. Bir baksa ki ne görsün; uyuz at, büyük bir iştahla lahanaları koparıp yutmuyor mu?
Hanım çok kızmış:
- Ah, seni gidi seni! Diye bağırmış, işe yaramaz hayvan! Defol! Şimdi sana terbiyeni vereyim de gör!
Kalın sopayı kaldırmış ve yanlışlıkla, atın başına vurmuş. Vurmuş ama işte o dakikada önünde Bay Barin'in kendisi belirivermiş.
Bitkin ve yalvaran bir sesle demiş ki:
- Sevgili karıcığım, ne oluyor da bana vuruyorsun? Yoksa şu değersiz lahana yapraklarına mı acıyorsun? Bilir misin ki onlar, bütün bir yılki açlıktan sonra, son zamanlarda yediğim en lezzetli yemekti benim için !...
Hanımı ancak o zaman tanımış onu ve ah, vah ederek üzüntüsünü belirtmiş. Bay Barin eski haline hiç benzemiyormuş. Zayıf, kara kuru, sakalı uzamış, tırnakları uzamış, vücudu yara bere içinde, elbiseleri ise, sadece dikişleri kalmış paramparça bir halde imiş.
Karısı onu elinden tutup, kimse görmesin diye, sessizce eve götürmüş.
O zamandan sonra Bay Barin, sessiz, yumuşak huylu, sakin bir adam olmuş.
Hiç kimseye kızmamış. Hiç kimseye küsmemiş. Herkesi sevip saymış.
Rahat ve mutlu bir hayat yaşamış.
İşte böyle sevgili çocuklar, anladınız değil mi?
İnsanları, kendi güçlerine güvenerek ezen, onları hor ve hakir gören kimseler, bir gün kendi yöntemleriyle ceza görürler. Bu kimseler, zengin ve mevki sahibi olsalar bile.
Eğer bu ceza dünyada görülür de, o kişi bundan ders alırsa, mutlu ve huzurlu bir hayata döner. Bu, onun için bir kurtuluş olur.
Ahirete kalırsa, kurtulması da söz konusu olamaz. İyilikleri hariç.. Böyle bir ceza ile karşılaşmamak için, her zaman, insanlara güzel davranmalıdır. Onlara yardımcı olmalıdır. Haklarına saygı duymalı ve onları mutlu edecek davranışlar göstermelidir.
Sözün kısası; kimse kimseyi üzmemelidir.
Duyar gibiyim... "Ben de kimseyi üzmek istemem!" diyorsunuz, değil mi?
Hepinize sevgiler !...
T.Fikret AKTAN
ODUNCUNUN EKMEK DİLİMİ
Fakir bir adam varmış. Köyde ondan daha fakiri yokmuş. Evinin ihtiyacı olan odunu bile bölgesindeki ormandan kendisi getirirmiş.
Bir gün, akşama kadar odun toplamak üzere, ormana gitmek istemiş. Giderken, hanımı ona ancak küçük bir dilim ekmek verebilmiş. Daha büyüğünü vermesi mümkün değilmiş çünkü.
- Bunu al, biliyorum çok az, demiş sıkılarak, bu dilim, seni doyurmaz ama açlıktan da öldürmez!
Oduncu, ekmek dilimini torbasına koyup ormana gelmiş ve kendine uygun ağaç kesmek için iyi bir yer seçmiş. Ekmek parçasını, bir kütük üzerine koyup, kuruyan ağaçlardan birini kesmeye başlamış. Keserken, balta zaman, zaman parlıyor ve yongalar her tarafa uçuşuyormuş.
Bu sırada, yakındaki çukurların birinden, bir Cin, başını uzatmış etrafı gözlüyormuş. Bakmış ki, fakir adam ağaç kesiyor, ekmek dilimi de kütüğün üzerinde duruyor. Hemen bir cinlik düşünmüş. Bir anda gelip ekmek dilimini kapmış ve kaçıp gitmiş. Diğer cinlerin yanına varmış. Onların karşısına geçip ekmek dilimini göstererek övünmeye başlamış:
- Bakın arkadaşlar, bugün ne iş yaptım ama! Bir adamın ekmeğini çaldım, onunla karnımı doyuracağım. Siz de ister misiniz?
Fakat bütün cinler kaşlarını çatmış, üzerine yürümüş ve ona kızıp bağırmaya başlamışlar:
- Terbiyesiz ufaklık seni! Ne kötü iş yapmışsın sen! Sana yakışır mı hiç! Yağma yok! Hem fakir bir adamın son ekmeğini alıp kaçıyorsun, hem de karşımıza geçmiş övünüyorsun! Hemen yıkıl git buradan! Ve oduncudan aldığın ekmeğinin karşılığını ödemedikçe ve hem de o senden razı olup geri göndermedikçe, gözümüze görünme! Haydi, defol! Bir hırsızı aramızda görmek istemiyoruz.
Deyip, onu kovmuşlar.
Cin, hiçbir karşılık vermeden, oradan ayrılmış. Utancından ufak, sivri kulakları kızarmış. Mahcup bir şekilde, oduncunun yanına gelip yalvarmaya başlamış:
- Ey iyi kalpli arkadaş, beni yanına hizmetçi olarak kabul et. Sana işlerinde yardım edeyim. Ne emredersen, hepsini yaparım!
Adam, Cine bakmış, konuşan, küçücük bir şeymiş. Hiçbir cevap vermeden düşünmüş, elini çenesine koyup düşünmüş. Küçücük boyuyla bu cin oğlu cin ne yapabilirmiş! Sonra da demiş ki:
- Be adam, senin canlı cenazeden farkın yok, ben sana nasıl bir iş vereyim? Sen küçücük boyunla bir iş yapamazsın ki! Sen bana lâzım değilsin! Git başımdan, kendi işimi ben, kendim yaparım!
Cin de ona demiş ki:
- Acele etme arkadaş, sabırlı ol! Beni kovma. Sana karşı işlediğim bir suçu düzeltmek ve temizlenmek istiyorum! Bana en zor olan bir işi ver, hepsini yapayım.
Adam gene düşünmüş, düşünmüş, elini alnına koymuş, ensesine koymuş düşünmüş ve sormuş:
- Burada, zengin bir çiftlik sahibinin, şu ormanlık alanda balçık ve işe yaramaz bir bataklığı var. Bu bataklıkları kurutabilir misin?
- Yapabilirim! En kısa zamanda kurutabilirim. Benim için çocuk oyuncağı.
- Peki, o zaman, ben de Ağa'dan rica edeyim de bana izin versin. O bataklığı sürüp oraya buğday ekeyim. Umarım, o, bana izin verir. Ağa, büyük çiftlik sahiplerine denir, burada.
- Biliyorum. Ama bu bataklıklarda buğday yetişir mi, düşünsene bir kere?
Demiş cin.
- Eğer biz onu güzelce kurutur, temizler ve de sürersek, çok güzel ve bol buğday yetişir.
- Tamam, olur, demiş cin, adama git, o çamur bataklığı iste. Eğer izin verirse, onu çabucak kuruturuz.
Oduncu, bir ümitle Ağa'ya gitmiş, yalvarmaya başlamış:
- Bana izin verin efendim, sizin ormanınızdaki bataklığı kurutayım. Orasını sürüp, tarla yapayım. Oraya buğday ekmek istiyorum.
Adam şaşıp kalmış. "Bu köylü o bataklığı nasıl tarlaya çevirebilir? Boşu boşuna yorulmaktan başka bir işe yaramaz, bir şey elde edemez." diye düşünmüş. Sonra da:
- Olur, demiş, tamam çalış, sana izin veriyorum!
Oduncu, adama teşekkür etmiş ve eve gitmiş. Cin de oturmuş, dört gözle onun gelmesini bekliyormuş:
- E, demiş, nasıl haberler getirdin?
Oduncu cevap vermiş:
- Ağa izin verdi. Orasını kullanmamıza izin verdi. Orada hemen bir şeyler yapabilir miyiz? Yalnız sana söyleyeyim, bana hiç güvenme... Çünkü ben orasını ne kurutabilir, ne de sürebilirim.
- Endişe etme, diye karşılık vermiş cin, yaparız. Ben Allah'a güveniyorum. Sen de güven. Her şey güzel olacak!
O ormana gitmişler ve bataklığı bulmuşlar. Cin hemen işe girişmiş. Bölgedeki ağaçları kökünden söküyor, kenara atıyormuş. Hepsini yolup temizlemiş. Bir ark açıp suyu akıtmış. Tarlayı güzelce aktarmış, sürmüş. Oduncu da ona yardım etmiş. Tamamına buğday ekmişler. Buğdaylar yetişmiş, gövermiş, başak bağlamış. Öyle bir buğday olmuş ki, böylesi hiçbir yerde görülmemiş.
Bunu çiftlik sahibi Ağa öğrenmiş. Ormana gelip buğdaya bakmış. Demiş ki:
- Bu yer benim olduğuna göre, demek ki buğday da benimdir! Buğdayı eken sen olsan da biçeni ben olacağım! Hah hah haa!
Ve oduncunun, buğdayı biçmesine izin vermemiş. Kendi işçilerini tarlaya göndermiş. İşçiler, oduncunun buğdayını biçmişler. Ağa'nın avlusuna taşımışlar ve büyük bir ambara koymuşlar.
Ağa, çok memnunmuş. Ağzı kulaklarına varıyormuş sanki. Çünkü emek çekmeden, bu kadar çok buğdayı ambarına atacakmış. Öyle ki Buğdayı ambara dahi sığmayacak kadar çokmuş.
Oduncu ile cin ise, kaygılanmışlar, kederlenmişler, bir kenarda oturup bekleşmişler. Boş yere zahmet çekerek, kazandıklarını, o cimri Ağa’ya vermiş olmaktan dolayı çok üzülmüşler.
- Dur hele! Demiş cin, oduncuya, ben yine bir cinlik düşündüm! Aklıma şahane bir fikir geldi. Şimdi ben, Ağa'ya gidiyorum, sen burada bekliyorsun. Kendisinden, bizim buğdayımızdan, hiç olmazsa bir tutam olsun almamıza izin vermesini isteyeceğim.
- Olur, demiş, oduncu, git! Belki de istediğini alırsın!
Cin, koşup Ağa'nın yanına gitmiş. Yalvarmaya başlamış:
- Ey Ağa! Biz, ne zahmetlerle, ne zorluklarla çalışıp, bu güne bu gün, o bataklığı kuruttuk, temizledik ve oraya buğday ektik. Sense, şimdi onu elimizden çekip aldın. Bize izin ver, ondan bir tutam da olsa alalım!
Ağa, küçük ve çelimsiz cine bakmış. "Küçücük boyuyla bu adam ne kadar buğday alır ki!" diye düşünmüş. Cine bakıp gülümsemiş ve demiş ki:
- Ne olacak canım! Ben cimri biri değilim. Bir tutam değil, hatta bir götürmede ne kadar götürebilirseniz o kadar alın götürün!
Cin sevinerek ve ellerini ovuşturarak oduncunun yanına gelmiş. Telâşla:
- Arkadaş, çabuk çarşıya in kendir satın al, gel! Hem de çok olsun! O kendirden ip yapıp, buğday almak için Ağa'ya gideceğim. O, taşıyabileceğimiz kadar almamıza izin verdi.
Oduncu, gidip bir hayli çok kendir satın almış. Onlar, ondan, uzun mu uzun bir ip yapmışlar. Cin, ipi alıp koşarak Ağa'ya gitmiş.
- Efendim ben geldim, yanımda da bir ip getirdim. Buğdayı iple bağlayıp götüreceğim, tamam mı? diye sormuş. Ağa:
- Tamam, tamam! demiş, haydi al götür.
Cin Koşup harmana gelmiş, ipi germiş ve ambarın yanına uzatmış. Harmanda ne kadar varsa, bütün buğdayı ipin üzerine yerleştirmiş. Sırtına yüklenmiş. Cin, buğday yükünün altında sanki bir karınca gibi görünüyormuş.
Ağa bunu görünce hayretinden, ortada kazık gibi kalakalmış. Ne söyleyeceğini, ne yapacağını bilememiş.
Kendine gelince, bağırmaya başlamış:
- Hey, işçiler! Çabuk ahırı açın! Bizim azgın boğalarımızı salın, bu yaramazları süsüp öldürsünler!
İşçiler ahırın kapısını açıp, kızgın boğaları salmışlar. Boğalar öyle kızgın, öyle güçlüymüşler ki, kimse onlara yaklaşmaya cesaret bile edemezmiş. Möö'leyip, böğrüşerek, boğalar, sivri boynuzlarını eğmişler ve cinin arkasından koşmuşlar.
Ağa da, sevinç ve umutla onlara bakıyormuş.
- Eee, diye düşünmüş, ellerini ovuştururken, şimdi boğalar onu, oracıkta boynuzlayacaklar ve buğdaycıklarım da bana kalacak.
Ama hiç de öyle olmamış: Boğalar, Cin'e yaklaşır yaklaşmaz, Cin dönüp onları yakalayıvermiş ve birer birer, kendi yükünün üzerine koymuş ve oduncuya götürmüş.
Ağa bunu görünce, acısına dayanamayıp, kahrından düşmüş, başını yere çarpıp öylece kalmış.
Cin, oduncuya gelip demiş ki:
- Buyurun, alın efendim! Hem buğday, hem de boğalar, hepsi bizim artık!
Oduncu, Cin'e teşekkür etmeye başlamış. Cin ise şöyle konuşmuş:
Lütfen bana teşekkür etme! Çünkü teşekküre değmez. Bunlar Allah'ın sana verdiği nimetlerdir. Sen asıl Ona teşekkür et. Sen bana şu sorumun cevabını söylesen daha iyi: Sen ormanda ağaç keserken, senin yanından aşırdığım ekmek dilimini hak ettim mi? Onu bana helal ettin mi? Onun karşılığını verebildim mi?
- Be tuhaf adam! Demiş oduncu, orada duran dilimin, ne kadar küçük bir parça olduğunu, hatırlasana! Sen, o parça için bana o kadar iyiliklerde bulundun ki, ben bunları almaya bile çekiniyorum!
- Endişelenme, demiş Cin, ben sana çok bir şey getirmedim. Eğer sen memnunsan, o bana yeter, başka bir şey gerekmez. Böylece, kendi dünyama ve aileme dönebilirim.
- Dönebilirsin kardeş! Diye karşılık vermiş oduncu, senden çok memnunum! Benim de selamlarımı söyle ailene!
- Ben de senden memnunum: Artık bizimkiler beni kovmayacak. Fakir bir adamı incittiğim için, bana bir şey söylemeyecekler! Hop tiri naay! Hop tiri naay!
Böyle demiş Cin ve kendini af ettirmenin sevinci içinde, hoplayıp zıplayarak savuşup gitmiş, gözden kaybolmuş.
BAŞKASININ MALI İZİNSİZ ASLA ALINMAZ
Bir başkasının malını, ondan izinsiz almak hırsızlıktır. Hırsızlık, çok kötü bir davranıştır. Onun için, hırsızı hiç kimse sevmez. Allah da sevmez.
Başkasının malını, emeğinin karşılığını, haksız yere almak ta, hırsızlıktır.
Hırsızlık yapanlar, bunun cezasını mutlaka çekerler. Hiçbir hırsızlık, cezasız kalmaz.
Ancak, hırsızlığın kötülüğünü anlayıp, pişman olanlar ve bundan sonra da karşılıksız iyilik yapanları, Allah, dilerse, bağışlar.
Siz, siz olun, başkasının malını sakın ola, ondan izinsiz almayın! Şaka bile olsa...
Tamam mı can dostlar!
T.Fikret AKTAN
HERKES HAKKINI ALIR
Fakir ve ihtiyar bir yolcu, bir gün şehre gitmek için yola çıkmış. Gideceği şehir uzak olduğundan yarı yola gelmeden, akşam olmuş. Hava kararmaya başlamış. Bu sırada bir köye ulaşmış.
Garip yolcu, yakındaki bir eve uğrayıp, Tanrı Misafiri olmak için, izin istemeye karar vermiş. İlk karşısına çıkan ev büyük bir konakmış. Konağın kapısını çalmış:
- Bu ihtiyar Tanrı Misafirini bu gece misafir eder misiniz! Diye seslenmiş.
Büyük evin sahibesi çıkmış kapıya. Yolcuyu azarlamaya ve ona bağırmaya başlamış:
- Günün bu saatinde misafir mi olurmuş? Hadi başka kapıya, başka kapıya. Yoksa şimdi, köpeğin zincirini boşaltırım! Diye bağırmış, benim evimde gecelemeyi görürsün! Defol git buradan! Diyerek kovmuş adamcağızı.
Zavallı yolcu:
- Eh, madem istemiyorsunuz, kızmanıza gerek yok, ben de başka bir sığınacak ev bulurum, demiş, yoluna devam etmiş. Biraz yürümüş, küçük ve bakımsız bir ev görmüş. Sonunda, kapıyı çalmış:
- Hey, kimse yok mu? Beni bir gecelik, evinizde barındırın, Hak rızası için! Demiş.
Kapıyı evin hanımı açmış:
- Gir amca, gir! Diye, gülümsemeyle seslenmiş, ev sahibesi. Sonra da mahcup bir şekilde eklemiş:
- Geceyi burada geçirebilirsin amcacığım, ama yalnız kusura bakma, yerimiz çok dar. Rahatsız olursan, beni ayıplama, kınama.
Yolcu eve girmiş. Gördüklerine şaşıp kalmış: Evde yoksulluk diz boyu, bir yığın çocuk, hepsinin de üstü başı, yırtık pırtık.
- Senin bu çocukların, niçin böyle yırtık pırtık giyiniyorlar? Diye sormuş. Niçin sen, onlara yeni gömlekler dikmiyorsun?
- Nerdeee? Demiş kadın, benim kocam öleli yıllar oldu. Bu çocuklara tek başıma bakıyorum. Nasıl onlara yeni gömlek dikeceğim! Bizim ekmek alacak paramız bile yok! Bunları bırakıp bir işe de gidemiyorum ki!
Yolcu, bunları duyunca, dili damağına yapışmış, hiçbir karşılık vermemiş. Kadın da akşam yemeği için, sofrayı kurmuş ve yolcuyu çağırmış:
- Buyurun amcacığım, oturun, bizimle birlikte yemek yiyin! Kusurumuza da bakmayın, soframızda olanlar bunlar.
- Allah razı olsun, diye cevaplamış yolcu, istemiyorum. Ben tokum, biraz önce yemiştim. Siz afiyetle yeyin.
Adam bunu demekle kalmamış, kendi torbasını çıkarmış, çözmüş ve içindeki yiyecekleri çıkarıp çocuklara ikram etmiş. Sonra da olduğu yerde yatmış ve hemen uyumuş.
Sabah erkenden uyanmış ihtiyar, kalmasına izin verdiği için ev sahibesine teşekkür etmiş. Vedalaşırken de şöyle demiş:
- Allah sizden razı olsun! Sabahtan tuttuğun işi, akşama kadar işleyesin!
Kadın, yolcunun sözlerini anlamamış. Dahası, onlara pek de dikkat etmemiş. İhtiyarı bahçe kapısına kadar uğurlamış, eve dönmüş.
- Şey, eğer bu fakirliğimizi kastediyorsa - hani, benim çocuklarımın eskilerini - buna kimse karışamaz! diye düşünmüş.
Sonra da, evde bulunan, eskiden kalmış bir parça keten bezini biçip, bir gömlek dikmeye karar vermiş. Bezi ölçmek için, endaze (tahta metre) istemek üzere, zengin komşusunun konağına gitmiş. Acaba, bir gömlek olsun çıkar mı, diye merak etmiş, öğrenmek istiyormuş.
Fakir kadın, zengin komşusundan endazeyi alıp eve dönmüş. İçeri girmeden, doğruca ambara gitmiş.
Raftan, keten bezini alıp ölçmeye başlamış.
Ölçmüş, ama bez uzadıkça uzamış. Sonu gelmez olmuş. Uzadıkça ölçmüş, ölçtükçe uzamış. Bütün gün, bezi ölçmekle geçmiş. Ancak akşam geç vakitte bezin sonuna gelebilmiş.
- Eee, şimdi, hem kendime, hem de bütün çocuklarıma bir ömür boyunca yetişecek gömleklik ketenim oldu! Fakat bu hayret edilecek bir şey, diyerek sevinçle haykırmış.
- Sabahleyin, yolcunun bana söylediği şey, buymuş demek! diyerek yolcunun sözlerini hatırlamış ve onun hayırlı bir kimse olduğunu anlamış.
Akşam vakti, endazeyi zengin komşusuna geri götürmüş. Ona, hiçbir şey saklamadan, olanları, bir bir anlatmış. Ona, garip yolcunun sözü üzerine, nasıl yarım ambar dolusu keten kumaşı olduğunu söylemiş.
- Ah, niçin ben, o yolcuya gecelemesi için izin vermedim! Şimdi o malın hepsi benim olurdu, diye, kendi kendine söylenmiş, zengin kadın. Fakir komşu gidince, kadın hemen hizmetçisine seslenmiş:
- Hey, hizmetçi! Çabuk at arabasını hazırla! Hayırcının peşinden git. Her ne pahasına olursa olsun, onu buraya getir. Fakire yardım etmek gerek, esirgemek olmaz! Ben her zaman bunu bilir, bunu söylerim!
Hizmetçi, derhal, ihtiyar yolcuyu aramak üzere yola çıkmış. Ona ancak ertesi gün yetişebilmiş. Geri götüreceğini söyleyince, ihtiyar dönmek istememiş.
Hizmetçi tasalanıp, yalvarmaya başlamış, demiş ki:
- Ama seni götürmezsem, başım belâya girer. Efendim beni kovar ve aylığımı da vermez!...
Adam bu sözler üzerine hizmetçiye acımış ve:
- Üzülme delikanlı, demiş, madem zorda kalacaksın, istediğin olsun, seninle geliyorum.
Arabaya binmiş ve köye geriye dönmüş.
Zengin kadın, avlu kapısına çıkmış, dört gözle onları bekliyormuş. İhtiyar yolcuyu, temennalarla, güler yüzle karşılamış. Eve götürmüş, yedirmiş, içirmiş. Kuş tüyünden yastıklarda yatırmış.
- Yat babacığım, dinlen canım! Diyerek, kibarlık göstermiş.
İhtiyar yolcu, zengin kadının evinde bir gün geçirmiş. Ertesi gün yine kalmış. Üçüncü gün de kalmış. Yemiş, içmiş, uyumuş, keyfine bakmış. Ev sahibesi ona ikramlarda bulunmuş. Ona yumuşak, sıcak sözler söylemiş. Ama vakit uzayınca, artık kızmaya başlamış ve şöyle düşünmüş:
- Bu berbat ihtiyar, ne kadar bir süre daha burada yiyip içecek!... Keyif çatacak?
Fakat ihtiyarı kovmaya da cesaret edemiyormuş.
- Onu kovarsın, bu sefer, bütün yapılanlar boşa gider... Hiçbir şey kazanamam, diye söylenmiş.
Dördüncü gün geldiğinde ise, onun sevincine diyecek yokmuş. Çünkü sabah erkenden yolcu, yol hazırlığına başlamış. Zengin kadın onu, büyük bir ümitle, uğurlamaya çıkmış. İhtiyar, avlu kapısına doğru ilerliyor ama bu sırada da susup duruyor, hiçbir şey demiyormuş. Kapının dışına çıkmış, gene hiç ses-söz yokmuş. Ev sahibesi artık dayanamamış ve demiş:
- Hadi söylesene ihtiyar, bugün ben ne yapacağım?
Yolcu, ona bakmış, bakmış ve şöyle demiş:
- Peki, kızım, söyleyeyim: Sabahtan başladığın işi, akşama kadar durmadan işleyesin!
Adam yoluna devam edip gözden kaybolmuş.
Kadın da koşarak eve girmiş. İpekli bir parça kumaş ölçmek için, endazeyi almış. Fakat tam o esnada, gürültülü bir şekilde hapşırmış. Öyle gürültülüymüş ki hapşırığın etkisiyle, bahçedeki tavuklar bile ürküp etrafa kaçışmışlar.
O, bütün gün hapşırmış.
- Haaap şuu! Hapşırığı durmamış:
- Hap-şuu! Haap-şuuu! Hap-şuu!
Hapşırmaktan ne bir şey yiyebilmiş, ne bir şey içebilmiş, ne cevap verebilmiş, ne de soru sorabilmiş, zengin kadın. Onun yaptığı iş de, bütün gün hapşırmak olmuş:
- Hap-şuuu! Hap-şuu! Haap-şuuu!
Ancak, ne zaman güneş batıp da iyice karanlık çökmüş, işte o zaman hapşırması kesilmiş.
Böylece herkes hak ettiğini elde etmiş.
Kadın düşünmüş, düşünmüş ve hatasını anlamış ama artık iş işten geçmiş.
Gökten üç elma daha düşmüş: Biri, okuyanlara, biri, dinleyenlere, biri de iyilik edenlere...
İYİLİK VE YARDIM
Muhtaç olanlara ve yolda kalanlara yardımcı olmak, her şeyden önce bir insanlık görevidir.
Fakirlik ve yoksulluk, yardım yapmaya engel değildir.
Garip, yolda kalmış, darda kalmış, zorda kalmış kimselerin dua ve dilekleri önemlidir. Dua ederlerse, Allah, onların dualarını boşa çıkarmaz. Böyle kimselere yardımlar karşılık beklemeden yapılmalıdır.
"Ben zenginim, kendim kazandım!" diyerek büyüklenip, muhtaçları küçümsemek, yoksulluğun ve manevi sıkıntıların kapısını açar.
Zenginlerin yardım yapması bir görev; fakirlerin ki de bir haktır.
Yardım sadece mal ve parayla yapılmaz. Zenginler, zenginlikleriyle, fakirler gönülleriyle yardım yaparlar. Yardım yapmak, hem kazancın artmasına, hem de manevi zenginliğe ve huzura yol açar.
Hadi öyleyse, biz de bundan böyle elimizden geldiğince yardım yapalım!
Nasıl yardım yapabileceğinizi, öğretmenlerinize, anne ve babanıza sorup öğrenebiliriniz...
Yardımlarınız ve iyilikleriniz için, hepinize teşekkürler !...
T.Fikret AKTAN