İLMÎ HAKİKATLER, GERÇEKLER... EDEBÎ ESERLER, HABER VE GÖRÜŞLER...
İLKBAHAR KIŞI YENMİŞ, NASIL MI?
Kuzeyde bozkır, güneyde yeşilliklerin daha çok olduğu köyün birinde Melike adında bir kız vardı. Evlerinin önündeki Akağaçların altında oturmuş beyaz bir yelek örüyor ve sisli puslu göğe bakıp şöyle diyormuş:
- İlkbahar geldiğinde, cemreler düşüp dağlardan karlar eriyip aktığında, sular yer altına çekildiğinde, çulluk kuşu ve çayır kuşları pişirip arkadaşlarımla birlikte İlkbaharın gelişini karşılayacağız, misafir olup, misafir çağıracağız.
Melike ılık, güzel ve dünyayı ısıtan İlkbaharı bekler ama ondan ne bir eser ne bir haber vardır. Şu kış gitmek bilmez, hep soğuk eser, herkese sıcak ve kalın elbiseler giydirir, soğuk hava buz gibi, elleri ayakları titretir, her taraf ayazla dolar. Bu halde ne yapılabilir? Ahh sanki bu bir felaket!
Canı sıkılan Melike gidip İlkbaharı aramayı düşünmüş. Sonra da kararını vermiş. Hazırlanıp yola çıkmış. Uzun bir süre yol aldıktan sonra düz bir açık alana gelmiş, hüzünle oturup güneşe seslenmiş:
Güneşçik, güneşçik,
Kırmızı yuvarlak tepsicik,
Dağ ardından bakıver,
Gökyüzünde kalıver!
Azıcık ısıt bizi
Gelsin artık ilkbahar!
Güneş dağın ardından bakıvermiş ve Melike sormuş:
- Ey güneşçik, sen güzel İlkbaharı gördün mü, kız kardeşinle buluştun mu?
Güneş demiş ki:
- Ah güzel kız, güzel kız! İlkbaharla karşılaşmadım daha, ama ak saçlı, aksakallı ihtiyar kışı gördüm. Onun nasıl ortalığı kasıp kavurduğunu, İlkbahardan uzaklaştığını, güzel günlerden kaçtığını, çuvallarla soğuk taşıdığını, soğuğun yeryüzünü sarstığını gördüm. Geçen günlerin birinde o, kendi kendine ayağı takılıp dağdan aşağı yuvarlanmıştı. Hem de tam sizin bölgenizde yerleşip kaldı, gitmek istemiyor. İlkbahar ise bunu bilmiyor. Yürü güzel kız, gel peşimden, önüne çıkan ormanda bitkilerin yeşil renklerini görünce işte orada İlkbaharı ararsan bulursun. Bulunca da Onu kendi bölgene çağırırsan size gelir.
Melike İlkbaharı aramaya koyulmuş. Hep güneşi takip etmiş. Güneş mavi gökyüzünde nereye akıp gitse, o da oraya gitmiş. Uzun süre yürümüş. Birden önüne yemyeşil bir orman çıkmış. Melike ormanın içlerine doğru yürümüş, yürümüş, ama sonunda yolunu kaybetmiş. Ormandaki sivrisinekler kollarını, omuzlarını sokmuşlar, dikenler her tarafına batmışlar, bülbüller şarkılar söylemişler, yağan dolu saçlarını ıslatmış. Melike dinlenmek için bir kütüğün üzerine oturunca, her nasılsa işte kanatları gümüş ve altın yaldızlı, uçmakta olan beyaz bir kuğu görmüş.
Kuğu uçuyor ve yere tüylerini döküyormuş ki düştüğü yeri yemyeşil yapıyormuş. Oysa bu altın kanatlı kuğu ilkbaharmış. İlkbahar her tarafa ipek çimenler dolduruyor, çimenlerin üzerlerinde çiyler yayılıyor, ince derecikler birleşiyor ve büyük nehirler oluyorlarmış. Bu sırada Melike İlkbahara seslenerek şöyle demiş:
- Ey İlkbahar, İlkbahar, şefkatli ana! Sen bizim tarafımıza git, ne olur, gaddar Kışı oradan kov. Yaşlı Kış bir türlü gitmek bilmiyor, her tarafta soğuk esiyor
ve ayaz doluyor.
İlkbahar, Melike'nin sesini işitmiş. Dönüp bakmış, ona kanat sallamış. Sonra da Altın anahtarlarını almış ve gaddar Kışı yakalayıp kafesler içine kapatmak için Melike'nin bölgesine gitmiş.
Kış ise hala oradaymış ve gitmek istemiyor, Ayaz olup esiyor ve her tarafı soğutup donduruyormuş. İlkbaharın önüne kürtünden setler yapıyor, ortalığı kasıp kavuruyormuş. İlkbahar ise güneş tarafından yeryüzünü seyrediyor ve gümüş kanatlarını nerede sallıyorsa orada kar setleri yıkılıyor, diğer kanat çırpmada kürtünler kayboluyormuş. O don ve soğuklar eriyip İlkbahardan kaçışmışlar. Kış buna çok kızmış, kardeşi Tipiyi göndermiş de Kar fırtınasını İlkbaharın üzerine saldırtmış. Ama İlkbahar altın kanadını sallamış erimeler devam etmiş. Bu sırada güneş de ortaya çıkmış dünyayı ısıtmaya başlamış. Tipi ve Kar fırtınası sıcaktan ve ışıktan suya dönüşmüş ve oradan ayrılmışlar. Kışın mecali kalmamış, takatten kesilmiş, uzaklara ta yüksek dağların ardına kaçmış, buz inlerinin içine saklanmış. İlkbahar da onu oraya kilitleyivermiş.
İşte böylece İlkbahar Kışı mağlup etmiş!
Melike kendi köyüne dönmüş, orada ise genç bir prenses gibi İlkbahar duruyormuş. O sene çok güzel bir sıcaklık, büyük bolluk ve bereket oluşmuş. Herkes bu günleri gösteren dünyanın sahibine teşekkür etmiş.
T.Fikret AKTAN
HAYRİYE VE CADILAR
Bir ormanın derinliğinde bir köyde Hayriye adında bir kız yazarmış. Zekâ oyunlarına varıncaya kadar bütün yarışma ve tartışmalara katılırmış. Halkın birçoğu hastalıklarını iyileştirmek için ona gelirmiş ve Hayriye hepsini tedavi edermiş. Şifalı bitki kökleri ve tohumlarından elde ettiği bitkisel ilaçlarla tedavi edermiş.
Yazın denize girme zamanı geceleyin ay doğup parlamaya başladığında, Hayriye güzel genç kız arkadaşlarıyla birlikte, köyden kıra inerler, hastalık iksiri için şifalı otlar toplarlarmış. Hayriye vadi boyunca yürümüş, ama çalılardan bir çalıcık bile fark etmemiş. Tepelerden tepelere gitmiş, tepelerden düzlüklere inmiş, arkadaşlarından uzaklaşmış ve sonunda kaybolduğunu anlamış.
Hayriye gezmiş dolanmış, arkadaşlarına seslenmiş ama nafile sesini duyan olmamış. Sonra da yürüyüp sonunda ilk defa gördüğü geniş bir avluya gelmiş. Avluda yabani çalılık içinde bir kurt uluyormuş, Meşe ağacında bir baykuş ötüyormuş. Yan tarafta yüksek bir tepede ateş yanıyormuş. Hayriye tepeye yaklaşmış ve ateşin yanında bir cadının oturduğunu ve eğilip kendisine doğru baktığını görmüş. Cadı şöyle diyormuş:
- Hayriye nereye gidiyorsun böyle, sen nerede oturuyorsun?
- Bir gezintiye çıkmıştım, diye cevaplamış Hayriye, mehtap gezintisi yapıyordum ve şu nehrin arkasındaki tarlalarda idim.
- Orada ne yaptın?
- Şifalı otlardan kökler topladım.
- Bize söyle bakalım: Ciğer otu niçin ballıdır? Bitkilerin hangilerinden iksir yapmak için kaynatırız? Bitkiler her yerde yetişmez mi?
- Her tarafta bu yeşil bitkiler nasıl yetişsin ki, der Hayriye, İlkbaharda onu hayvanlar otlar, yazın da kosayla biçilir, sonbaharda ise onu kökünden sökerler.
Cadı, Hayriye ve arkadaşlarının söktüğü yeşil şifalı otları, Hayriye'yi herhangi bir şekilde izleyerek bulmayı, hem de koparıp ezerek yok etmeyi planlamış. İşte bu sebeple Hayriye'yi serbest bırakmışlar, yolu göstermişler, kendisi, baykuş ve yılan da peşinden habersizce onu takip etmişler. Ona görünmeden, gizlice arkadan yürümüşler. Kalın kavakların, kalın ot yığınlarının, demetlerin, çalıların, onun bunun arkasına saklanıp yol almışlar.
Hayriye otları koparmaya ve kökleri sökmeye başlamış. Derken birden bire bir türkü işitmiş. Arkadaşları olduğunu anlayınca, sese doğru koşmaya başlamış ve ileride arkadaşlarını görmüş. Nihayet güzel genç kız arkadaşlarıyla buluşmak üzereymiş. Ama Cadı hemen ortaya çıkıp atılmış ve Hayriye'nin otlarını, şifalı bitki köklerini almak ve onu öldürmek istemiş. Kızlar hep bir ağızdan Cadı'ya bağırmışlar:
- Hey dur! Dur, Cadı! Hey durun, durun gaddarlar! Defolun gidin!
Kızlar Hayriye'nin yanına gelip etrafında bir çember oluşturmuşlar. Çevresini kapamışlar ve cadıyı onu öldürmesi için içeri sokmamışlar. Şöyle deyip bağırıştılar:
Yıkıl git cadı,
Sineklerin kanadına,
Karanlık bataklığına,
Çürümüş kütüklerin ardına.
İnsanların olmadığı,
Köpeklerin havlamadığı,
Horozların ötmediği
Yere git. Orası senin yerin!
Cadı tamamen kuvvetten kesilmiş, hiç dermanı kalmamış. Bu yüzden de kızlarla başa çıkamamış. Halkanın içine girememiş. Hırsından bir keçiye dönüşmüş. Meşe ağacına tırmanmış ama hırsından sırt üstü bir kütüğün üzerine düşmüş, debelenmeye başlamış, gözüne de dallar girmiş. Cadı sihir de yapamamış. Böylece cadılar şifalı otların ve köklerin neler olduğunu ve onların nerelerde yetiştiğini bir türlü öğrenememiş.
Hayriye genç, güzel kız arkadaşlarıyla köye gelmiş, bu sırada Bayram şenlikleri de yavaş yavaş başlıyormuş. Herkes birbirinin bayramını kutluyormuş.
NOT: Senede iki defa Bayram kutlanır. Bunlar Meşhur Ramazan Bayramı ve Kurban Bayramıdır. İkisi arasında 70 gün vardır. Ramazan Bayramı Ramazan ayı bitiminde, Kurban Bayramı da Hac günlerinde kutlanır.
Bazı günlerde de milli ve geleneksel sevinç ve anma günleri yapılır. O günlerde caddeler, ormanlık alanlar, nehir kenarları, neşeli şarkılarla çınlar, düdükler, borazanlar, sirenler çalar.
T.Fikret AKTAN
ALTIN ORAKLAR
İhsan adında bir köylü varmış. Çok çalışmasına rağmen fakir bir halde yaşarmış. Hiçbir gün kuru bir ekmekten başka bir şey yememiş. Hiçbir gün höpürdeterek iştahla bir çorba içmemiş. İlkbahar gelip tarlaları sürüp ekme zamanı gelmiş. İhsan, tarlaya gitmiş, bir kutunun içine tohum doldurmuş, tarlayı sürmeye başlamış. Bir çizgi sürüp gelmiş ve tohum almaya gitmiş. Bir de bakmış ki küçük karga yavruları konmuş ve tohumu gagalayıp yiyor. İhsan şapkasını hemen karga yavrusunun üzerine kapatmış ve kuyruğundan yakalamış. Ama o sırada yavru kuş dile gelip konuşmuş:
"Lütfen bizi serbest bırakın bayım. Eğer o tohumları biz yemeseydik kendi vatanımıza kadar uçamazdık."İhsan kuşa acıyıp tuttuğu kuyruğunu bırakmış ve kuşu havaya salmış.
Üç gün sonra İhsan kendi kulübesine doğru uçmakta olan küçük kuşlar görmüş. Onların gagalarında birer tohum varmış. Kuşlar gelip gagalarındaki tohumları yere bırakmışlar ve şöyle demişler:
"Efendim, sizin iyiliğinize karşılık biraz tohum getirdik, bunlar altın tarlaların sahibi ulu Rahman'ın hediyesidir. Kim bunları ekerse o, çok bol bir şekilde ekinini biçer. Ekini bereketli olur." Kuşlar böyle söyleyip uçup gitmişler.
İhsan da tohumları alıp tarlaya gitmiş ve onları toprağa atmış.
Aradan kısa bir süre geçmiş. İhsan tarladan çıkmış görmüş ki buğday çıkmış, sapları her yana dalgalanıyor ve başaklar konuşuyorlarmış:
"Ben tarlada durmak istemem,
Saplarım dalgalansın,
Demet demet bağlansın isterim,
Başaklar da eğilsinler
Ki demet demet derlesinler,
Benden hep yeni tohumlar çıksın."
İhsan bakmış ki buğdaylar henüz başak bağlamamışlar, o da bir şey demeden oradan uzaklaşmış. Başka bir zaman gitmiş, buğdaylar yükselmişler ve şöyle diyorlarmış:
"Dalga dalga yürüsün mutluluğa,
Yeni bir hayat versin buğdaylar,
Buğdaylar hayat versin,
Zavallı yaz kuraklığına."
İhsan, bakmış ki buğdaylar gene başak tutmamış. Bu defa da hiçbir şey demeden dönüp gitmiş. Üçüncü sefer geldiğinde, gerçekten buğdaylar büyüyüp şöyle diyorlarmış:
"Ya beni biçsin hanımlar,
Ya da hayvanlar yesin beni,
Duramaz ayakta, olgunlaşan
Başakların sapı.
Başaklar patlar dökülür.
Genç olan yere eğilir,
Eğilir gençler yere,
İhtiyarlar dayanmaz
Dizleri sızlar, beli bükülür."
Bu sırada İhsan telaşlanıp, buğdaya demiş ki:
"Dur, dur, benim sevgili buğdayım! Ben şimdi hemen demirci ustasına gidiyorum, o bana oraklar yapsın. Gençleri de bulup çağırayım. Hepsi ekinimizi biçsinler, dokurcun yapsınlar, harman yapıp savursunlar, ambarlara taşıyıp doldursunlar."
İhsan, heyecanlı heyecanlı doğruca, demirci ustasına gitmiş. Usta ona demirden öyle oraklar yapmış ki her biri, altın gibi parlıyormuş. İhsan kendi köyündeki genç bayanları ekinleri hasat etmek ve harman dövmek için çağırmış. Sonra da pek güzel bir biçimde yetişen başakları dolu buğdayları, olgunlaşmış tohumları kovalara, tenekelere doldurup da ambara taşısınlar.
Genç orakçılar yüksek geniş bir alanda toplanmışlar.
Onlar hızlı orak biçiyorlarmış. İstekli ve heyecanlı işini bilen hem de acele iş yapan kimselermiş.
Altın oraklar keserken şıngırdıyor, buğdaylar köklerinden kesiliyormuş. Orakçıların hiç birisi de yorulmamış. İhsan ise onların hepsinin önünde ilerliyor, orak biçiyormuş. Bir ara demiş ki:
"Siz orakçılar, gerçekten çok iyi biçiyorsunuz, tembellik etmiyorsunuz! Şimdi biçmeyi bırakın, köyümüze şenliğe, iyilik bayramına gidiyoruz."
Bayramda hep iyilikler yapılmış. Fakir ve yoksullarla ihtiyarlara yardımlar yapılmış, işleri görülmüş. Kalpler hiç kırılmamış. Herkesin yüzü gülmüş. Ne güzelmiş bayramlar.
Orakçılar alandaki hasadı ancak uzun sürede bitirmişler, bu sürede eve gitmemişler, insanları görmemişler. Hep çalışmışlar. Böylece o buğdayı ve yığınları bitirmişler ve ambara taşımışlar.
Ambara giren buğday ambara sığmamış. Konu komşuya dağıtılmış. Herkes sevinçliymiş.
Buğdaylar öğütülmüş. Unundan börekler yapılmış, ekmekler pişirilmiş, kurabiyeler, kekler yapılmış.
Şimdi o köyde bulunanların hepsi biçilen buğdaydan yapılan böreği yiyorlarmış.
Bütün bu olanlar, İhsan'ın yapmış olduğu o küçücük iyiliğin karşılığıymış.
Fakir İhsan da o zamandan beri iyiliksever bir kimse olarak mutlu bir hayat yaşamış!
T.Fikret AKTAN
İKİ ADAM
Bir zamanlar Zengin Ferit ve Fakir İlhan adında iki adam yaşarmış. Onlardan Ferit gösterişli ve kırmızı sundurmalı bir sarayda, İlhan ise eski virane bir barakada oturuyorlarmış.
Bir gün küçük bir arı Ferit'in avlusuna gelmiş ve şöyle demiş:
"Ey Ferit Efendi, zengin kişi, bana bir parça bal ver, beni İlkbahara kadar güçlendirsin. Senin bu iyiliğini en iyi şekilde öderim."
Ferit, arıdan hoşlanmamış, onu avludan kovmalarını emretmiş.
Arıcık bu sefer İlhan'ın avlusuna uçup gelmiş ve şöyle demiş:
"Ey İlhan Efendi, fakir kişi, bana bir parça bal ver, beni İlkbahara kadar güçlendirsin. Senin bu iyiliğini en iyi şekilde öderim."
İlhan, biraz düşünmüş, zira evde hiç bal yokmuş. Ama arıya da yardım etmek istiyormuş. "Bana biraz izin ver, hemen geleceğim." deyip çarşıya gitmiş, gözden kaybolmuş. Bir süre sonra, bir kapak içinde, arıya hem onu besleyecek hem de İlkbahara kadar güç verecek bir miktar bal satın almış. Hemen eve dönüp arıyı beslemiş ve sonra da serbest bırakmış. Arıcık da şöyle demiş:
"Bu iyiliğin için İlhan, ben sana bol ürün yetiştirmen için yardım edeceğim." Arıcık uçmuş ve şöyle bir türkü söylemiş:
İyilik sahibi adam
Çavdarın bitsin çok hoş:
Başakları gür ve bol,
Samanı ise boş!
Cimrilik sahibi adam
Çavdarın kötü olsun:
Başakları boş,
Samanı dolu olsun.
Zaman geçmiş, tarlaların sürülme, tırmıklanma ve ekilme vakti gelmiş.
Zengin Ferit büyük bir umutla kendi tarlasına gelmiş. Orada bir sürü karga ve kuşlar meşeliklerde tünemiş, tarlaya dalıp uçuyorlarmış.
Bir kısım adamlar da gelmiş onun yanında kiralık olarak, zar zor tarlayı sürmeye başlamışlar. Birden, geçen yıl kovaladığı küçük arı oğul vererek onların yanına çıkagelmiş. Arılar tarlanın hertarafını kaplamışlar ve adamları sokmuşlar. Adamlar neye uğradına şaşırmışlar. Bütün adamlar kaçmış gitmiş. Ferit de elbiselerini çıkarmış ve tarlasını kendisi işlemek zorunda kalmış. Ama istenen şekilde sürüp bakımını yapamamış.
Fakir İlhan da kızılağaçtan bir saban yapmış ve tarlaya gitmiş. Sabana bir at koşmuş, sabanın sapına yapışıp tarlayı sürmeye başlamış. Bir süre sonra yorulmuş ve dinlenmek için bir ağacın gölgesine oturmuş. Bu sırada sivri burunlu birçok küçük arı uçup gelmiş. Boz ve mavi kanatlı olanları varmış. Onlar tarlanın üzerinde uçuşmuşlar, toprağı nemlendirmişler ıslatmışlar, onlar sanki çoklu bir pulluk gibi çalışmışlar ve kargaları da İlhan'ın bölgesinden çıkarmışlar. Yatmakta olan atı sabanın başına geçirmişler. At sanki ürkmüş gibi dörtnala sabanı çekmeye başlamış. İlhan uyanıp bakmış ki at kendi kendine tarlayı sürüyormuş öyle ki tarlanın sürülmesi bitmiş.
İlhan tarlayı ekmeye başlamış. Tohumları eliyle tarlaya saçmış çok güzel bir şekilde ve hemen bitmiş ekilen tohumlar, mahsul çok bol olmuş.
Ferit de ekmiş tarlasını sonra da gidip çarşıda gülüp eğlenmiş. Serçeler tohumları gagalayıp yemişler. Rüzgâr da tohumları alıp savurmuş.
Zaman geçmiş çavdarlar büyümüş. İlhan'ın çavdarları gür ve bol başaklı, samanı da çok az olmuş. Ferit'in çavdarı ise çok kötü olmuş ve başakları boş, samanı zayıf imiş. Ferit, bu bir işe yaramayan mahsulü tarlada bırakmış. Hiçbir şey kazanamamış.
Köy halkı İlhan'ın mahsulünü ise öve öve bitirememişler. İlhan bol mahsulü ile zengin ve mutlu bir kimse olmuş. Küçücük bir arı da olsa o, daima herkese iyilik yapmaya devam etmiş. Çünkü biliyormuş ki yapılan hiçbir iyilik boşa gitmezmiş.
T.Fikret AKTAN