İş insanı Murat Ülker, bir yıl önce hayatını kaybeden Prof. Dr. Ali Özek'i yazdı. Ülker, Özek'i "Medreseden Üniversiteye Bir Köprü: Prof. Dr. Ali Özek" yazısında anlattı.
Prof. Dr. Ali Özek bir yıl önce hayatını kaybetti. İslami İlimler Araştırma Vakfı (İSAV) Başkanı, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi emekli öğretim üyesi ve yazar Prof. Dr. Ali Özek, kalp krizi sonucu 89 yaşında tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirmişti.
Yıldız Holding eski Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, Prof. Dr. Ali Özek'i "Medreseden Üniversiteye Bir Köprü: Prof. Dr. Ali Özek" yazdı.
Ülker'in yazısı şu şekilde:
"Çok yönlü bir kişiliğe sahip olan Ali Özek, Osmanlı medreselerinden yetişmişler ile Cumhuriyet dönemi hocaları arasında bir köprüdür. Araştırmacı, yazar, İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ramazan Yıldırım, merhum Prof. Dr. Ali Özek Hoca (Doğum 1932, Ölüm 2021) ile görüşerek bir kitap hazırlamıştı. Bugün size bu kitaptan alıntılar yapmak istiyorum. Tabii ki yakın zaman hakkında tarihçiler tarafsız yorum yapamazlar. Benim kitabı paylaşma nedenim Ali Özek Hoca’yı tanımanız, yaşadığı olaylar hakkında bilgi sahibi olmanız, hatıratından istifade etmeniz. Gençliğimizde birkaç arkadaşımla birlikte Prof. Salih Tuğ Hoca’ya “müfredat yetersiz, ne okuyalım” diye sormuştuk”. Sizce ne cevap vermiştir? Peki Ali Özek Hoca Türkiye’deki İlahiyat Fakülteleri dururken niye Mısır’a eğitim almaya gitmişti? Dönünce hangi derneği kurdu? Taabbudi Müslümanlık, Hikemi Müslümanlık nedir? Mısırlılar ve Türkler inanış bakımından nasıl birbirlerine benzerler? Yakın tarihimizdeki en menfi olay nedir? Hoca niye bunlardan söz ediyor? Merak ettiyseniz buyurun okumaya..
Çok yönlü bir kişiliğe sahip olan Ali Özek, Osmanlı medreselerinden yetişmişler ile Cumhuriyet dönemi hocaları arasında bir köprüdür. Medreseden Üniversiteye intikal eden bir kuşağın öncüsüdür. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Ali Özek’i geçtiğimiz yıl kaybettik. Ali Özek çok önemli ilim insanlarımızdan biriydi.
Araştırmacı, yazar, İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ramazan Yıldırım merhum Prof. Dr. Ali Özek Hoca (Doğum 1932, Ölüm 2021) ile görüşerek bir kitap hazırlamıştı. Benim bu kitabı size tavsiye nedenim merhumun yaşadığı yakın zaman hakkında halen tarihçiler tarafsızca yorum yapabilecek imkan sahibi değillerdir. Fakat bizim bugünümüzü etkileyecek bu olaylar hakkında malumat edinip bir görüş sahibi olmak ancak yaşayanların tecrübeleri ve biyografi, hatıratlardan istifade ile mümkün oluyor. Hatırımdadır; gençlik yıllarımda okul müfredatını yetersiz gören bir grup arkadaşımla babamın tavsiyesi ile Profesör Salih Tuğ hocama sormuştuk. Biz, işte bunları okuyunuz diye bir kitap listesi beklerken, hocam; çocuklar bulduğunuz bütün kitapları okuyun içinde zıt fikirler göreceksiniz ama okumaya devam ettikçe önünüz aydınlanacak, inkişaf edeceksiniz, demişti. Hatta gençlikte çokça tarih okuyanlar Şii, çokça fıkıh okuyanlar ise zındık olur derler, diye eklemişti.
Ben burada size o dönemleri ve Ali Özek hocanın muhtelif fikirlerinden bazılarını dercettim. Ama tavsiyem, kitabı okuyup kendinizi şaşırtınız.
Kitap Hoca’yı şöyle anlatıyor:
Ali Özek Hocayla tanıştığım günlerden itibaren onun aynı zamanda bir modern dönem seyyahı olduğunu fark ettim. Osmanlı bakiyesi çok önemli bir kültür ve sosyal çevresi bulunmaktaydı. Osmanlı şehzadelerinden Şevket Bey, son padişah Vahdettin’in veliahtı Ömer Faruk Efendi, Osmanlı Şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi, Ders Vekili Zahid Kevseri, Mehmet Akif’in Mısır’daki en yakın dostu ve sırdaşı Tokatlı Ihsan Efendi, El Ezher müderrislerinden Trabzonlu Şeyh Şemseddin, Konyalı Ali Zeki ve daha birçok şahsiyet Ali Özek Hoca’nın içinde bulunduğu sosyal çevreyi oluşturmaktaydı.
Türkiye’deki dini hayatta önemli yeri olan Said Nursi, M.Sami Efendi, Süleyman Hilmi Tunahan, Mehmet Zahid Kotku ve Muzaffer Ozak gibi şahsiyetler Ali Özek Hoca’nın yakından tanıdığı önemli kişilerdi. Onun bu şahitlikleri mutlaka kayıt altına alınmalıydı ve sonraki nesillere ulaştırılmalıydı.
Ali Özek Hoca’mın ilmi ve fikri kişiliğinin oluşmasında en büyük paya sahip olan kişi, hiç kuskusuz İzmir’in meçhul kalmış meşhurlarından Hacı Salih Efendidir. Hacı Salih Efendi, bugün Türkiye’nin dini hayatına ve eğitimine büyük katkılar sunmuş bir çok şahsiyetin yetişmesine vesile olan İzmir Kestane Pazarı’ndaki Kur’an Kursu’nun kurucusu ve hocasıdır. “Sırat-ı Müstakim” ve “Sebilu’r-Reşad” ekolü de Ali Özek Hoca’nın fikir dünyasında çok önemli bir yere sahiptir.
Daha sonra Yıldırım, Ali Özek Hoca’nın ağzından Aile’sinin tarihçesinden başlayarak anlatıyor.
- “Mucuklar Sülalesi”nin Çankırı’dan Antalya’nın Elmalı kazasının “Eskihisar” adıyla bilinen bir köyüne geldikleri ve oradan da Muğla vilayetine ve yine Antalya’nın bazı köylerine geçtikleri rivayeti var.
- Ben çocukken, yemek yemeyen biraz zayıf bir çocuktum. Tabii eskiden insanlar aynı sofrada kalabalık bir halde oturuyor ve aynı çanaktan birlikte yemek yiyorlardı. Herkesin elinde tahta kaşık, aynı tabaktan yemek yeniyordu. Ben, tabiri caizse biraz safım.
- Babam okumaya çok meraklıydı. Sert bir tarafı olsa da bilgiye merakı çoktu, dindardı. Namazını, ibadetini yerine getirir, helale harama çok dikkat ederdi. Babamın üç oğlu var. Üçümüzü de okuttu. Kardeşlerimden biri doktor, biri hakim, ben de akademisyenim.
- Osmanlı devrindeki örfler, adetler Cumhuriyet döneminde değişti. Cumhuriyet döneminde, dinin özünden uzak olan birçok yenilik, yani bidatler ortaya çıktı. Bunlar aslında Osmanlı devrindeki örf ve adetlere bir tepki olarak ortaya çıktı. Gelenekler açısından kötü oldu tabii. Eski gelenekler bitti. Örf ve adetlerdeki değişiklikler genel olarak modernleşme adına yapılırken, davullu zurnalı, eğlenceli düğün geleneğine tepki dindarlık adına yapıldı. Yapılan oyun ve eğlenceler dine aykırı gibi düşünüldü. Halbuki değildi. Osmanlı döneminden gelen davullu düğünlerin yerini dualı düğünler aldı.
- Hatırladığım kadarıyla benim küçüklüğümde köyde on yedi tane medrese mezunu hoca vardı. Bunların hepsi Elmalı Medreseleri’nde okumuş, ”Efendi” ünvanı icazet alan, yani medreseden diploma alan kimselerdi. “Molla” ise diploma almamış ama medresede okumuş kimsedir.
- Bizim oralarda dindarlaşma arttı. Kültürel değişiklikler muhakkak var. Sosyal yapıda fazla bir değişiklik yok. Dini bakımdan, aşırı dindarlaşma var. Bazı tarikatçılar zuhur etti. Sonra dindarlaşma imam hatip okullarında önemli bir rol oynadı. Dindarlığın artmasında cemaat ve tarikatların büyük etkisi var.
- İlkokul ikide mi üçte miydim, tam hatırlamıyorum. Moruk Hoca diye bilinen İzmirli yaşlı bir Hoca vardı.. O yaşlı öğretmen “Allah yoktur” derdi. Komünizm propagandası yapan bir adamdı. Beşinci sınıftayken Naciye Gökçen diye genç bir ilkokul öğretmenim vardı. Annesi kapalı bir hanımdı. Naciye öğretmen ise tam tersine, bize dini bilgiler veren bir öğretmendi. Hatta Kur’an’daki bazı sureleri okuduğunu ve bunları siz de ezberleyin dediğini hatırlıyorum. İki hoca arasında böyle bir fark vardi. Buradan ilginç bir noktaya geliyoruz. O yaşlı, Izmirli öğretmen Osmanlı’nın son neslinden. Onun söylediklerinden hareketle, Cumhuriyet’in eğitim sistemi, onun söylediği gibi diyemiyoruz çünkü onun tam zıttı genç bir bayan öğretmen var.
- İlkokulu bitirdikten sonra hafızlık eğitimi için Antalya’ya gönderildim.
- Eğitimimi bitirdikten sonra köye Hafız Ali Özek olarak döndüm. O zamanlar hafızlık resmi olarak tanınmadığı için herhangi bir vazife alınamıyordu. Köyde hafız olarak beş kişiydik. Zaten köylerde imamlar görev yapıyordu. Fethiye’ye gittim, bir avukatın yanında çalışmaya başladım.
- 1946’dan 1950’ye kadarki süreçte ortaokulu bitirdim. Bir yandan da Arapça okudum, hatta o devrede birçok roman bile okudum. Yani sizin anlayacağını gece gündüz okuyordum.
- Halk bana oldukça itibar ediyordu. Birçok kişi evine davet ediyordu. Toplantılar, sohbetler yapıyorduk. 1940’lı yıllarda böyle şeylere çok ihtiyaç vardı. Muğla’da bir dönem mukabele okudum. O yıllar tek parti iktidarının hakim olduğu ve din eğitiminin nerdeyse yok denecek kadar az olduğu yıllardı. Buna rağmen mukabele okuma geleneği yaygındı.
- İkinci Dünya Savaşı patlak verince halkın moralini yükseltmek için camilerde “Salaten Tüncina” duası okunmaya başlanıyor. Çünkü savaş Türkiye’yi de tehdit ediyordu. Hatta harpten dolayı dini mevzulardaki bazı yasaklar da kaldırılıyor ama o dönem ezan hala Türkçe okunuyordu. Bazı konularda yumuşama olsa da ezan konusunda hiçbir yumuşama ve taviz olmadı. Ezan Türkçe, kamet Arapça okunuyordu.
- Hacı Raif Bey o zamanlar çok önemli bir kişiydi. İzmir’in tanınmış ailelerinden gelen zengin bir adamdı. Manifaturacıydı ve mağazaları vardı. Daha sonralar Raif Cilasun ismiyle romanlar kaleme almıştır. İzmir eşrafından, Halk Partili fakat dindar bir kişiydi. Aynı zamanda bizim hocanın da talebesiydi. Kestane Pazarı Derneği’nin kuruluşunu o gerçekleştirdi. Halk Partili olduğu için ona kimse bir şey demiyordu. Hacı Raif Bey benim Arapçaya başladığım zamanki ders arkadaşımdır. Yaşı benden çok büyüktü ama o da bizimle beraber Arapça öğreniyordu. Her zaman “Sizi teşvik etmek icin ben de Arapça öğreniyorum” derdi. CHP İzmir delegesiydi. CHP’nin İzmir’deki kongresinde din eğitiminin zorunlu olması gerektiğiyle ilgili bir konuşma yapmış ve bu konuda bir rapor hazırlamıştır.
- Kestanepazarı Derneği, Cumhuriyet Dönemi’nin din eğitimi alanında faaliyet gösteren ilk derneğiydi. İstanbul’da kurulan “İlim Yayma Derneği”ne de örnek oldu.
- Ben talebeye dayak atmazdım.Talebelerde gayri ihtiyari olarak bazı hallerde serkeşlik olur. Bu normal bir şeydir. Talebe suç işledi diye ona fazla yüklenmeye gerek yoktur.
- 1950 senesinde seçim oldu ve Demokrat Parti başa geçti. Ezan Arapçaya çevrildi. Menderes’i asmalarının temelinde o kadar çok şey var ki; bunlardan bir tanesi ezanın Arapçaya çevrilmesine izin vermesi, ikincisi İmam Hatip Okulları’nı açması, üçüncüsü Osmanlı Hanedanı’nın erkeklerinin Türkiye’ ye girmesi hakkındaki yasağı kaldırması ve onların yurda dönmelerine izin vermesidir. Dördüncüsü, TBMM’de “Siz isterseniz hilafeti geri getirebilirsiniz” demesidir. Beşincisi, Konya Mebusu Fahri Ağaoğlu’nu görevlendirmişti, Türkiye’yi eyaletlere bölecekti. Bazı anlaşmazlıkları, Türk-Kürt gibi bazı meseleleri kökünden halledecekti. Bunun gibi asılmasına sebep olan sayılabilecek birçok husus var.
- Türkiye’de İlahiyat Fakültesi yeni açılmıştı. Fakat benim lise tahsilim olmadığı için İlahiyat Fakültesi’ne gitme imkanım yoktu. Karadenizli Ali Eryiğit adında bir arkadaşım vardı, o da ilkokul mezunuydu. Mısır’a gönderilmesi düşünülen ikimizdik. Salih Hoca bize; “Eğer burada devam edebileceğiniz bir okul olsaydı ben sizi Mısır’a göndermezdim,” dedi.
- Kahire’de dört tane, İstanbul’da bir tane üniversite vardı. Bunlar Kahire, Ezher, Ayn Şems ve Amerikan üniversiteleriydi. Kahire Orta Şark’ın Paris’i olarak biliniyordu. Her türlü eğlence, her türlü imkan mevcuttu. Şehir tertemizdi, hatta bazı sokaklar sabunla yıkanıyormuş. Parklar, bahçeler ve gezinti yerleri vardı. İstanbul’dan Kahire’ye gittiğiniz zaman çok değişik, çok modern bir şehre gittiğinizi hissediyordunuz. O zamanlar şimdiki gibi pislik, fakirlik yoktu. Mısır’ı mahveden sosyalizm oldu. Mısır ihtilalini Amerika ve İsrail yaptırdı.
- Mısır’daki halkın ve ulemanın yaşayışına bakıyordum, bizim öğrendiğimiz Müslümanlığa bakıyordum, bir birini tutmuyordu. Bende de şimdi o kadar olmasa da o zaman aşırı bir dindarlık vardı. Hocama sordum: “Cenabı Allah bu beldeyi, Mısır’ı, İslami ilimlerin muhafazasına memur etmiştir. Biz de onu yapıyoruz. Ama amel işine gelince, burada gelenek haline gelmiş. Biz bilen ama bildiğini uygulamayan alimleriz dedi” ve eleştirilerime katıldı.
- Ben Mısır’da şunu anladım. Mısır, gerçekten İslamiyeti çok iyi bilen ve birçok uygulamaları olan bir memleket. Mesela Mısırlıların çoğu namaz kılar. Ramazanda iftardan sonra caddeler dolar. İftar vaktinde otobüsler, tramvaylar, her şey durur ama iş oyun ve eğlenceye gelince de hiçbir şeyden eksik kalmazlardı. Esrar çok yaygındır. Ailece esrar içenler bile vardı. Kadın-erkek ilişkileri çok serbest. Mısırlılar hem dini, hem dünyayı, bir arada yaşayan, bunlar arasında bir çelişki görmeyen insanlar. Tabiri caizse Mısırlılar galiba Mürcie mezhebindendirler. (https://islamansiklopedisi.org.tr/murcie)
- Mesela inanış bakımından Türklere çok benzerler. Birçok hurafeye inanır Mısırlılar. Türkler de inanır. Tarikatlar yaygındır. Hatta Mısır’da tarikatların bir de cemiyetleri, yani üst kurulu vardır. Üst kurulu olduğu gibi bir de bağlı oldukları bir sivil toplum kuruluşu var. Şimdi de bir bakanlık bünyesinde devam ediyor bu. Mısır’da bu tip şeyler tamamen serbest. Mürcie‘de asil şudur: “İsyan taata zarar vermez.”
- Bu ölçülerle baktığınız zaman Mürcie mezhebi gerçekten Müslümanların büyük bir ekseriyetinin benimsediği bir mezhep görünümündedir. Dolayısıyla birçok Müslüman kendisini Ehli- Sünnet olarak tanımladığı halde amelde Mürcie olarak hayatını sürdürmektedir. Hepimiz bir noktada Mürcie’yiz, çünkü birçok günah işliyoruz. Bu günahları işliyoruz ama işlememe niyetindeyiz. Niyet İmam Şafi‘ye göre çok önemlidir. “Inneme’l-amalu bi’n-niyat/ameller niyetlere göredir” hadisi meşhurdur. Hatta bu hadise mütevâtir diyenler de olmuştur. Meşhur olmasının sebebi, peygamberden bunu rivayet eden tek kişinin Hz. Ömer olarak bilinmesidir. Peygamberden tek kişi rivayet edince ve sonradan raviler çoğalınca meşhur hadis oluyor. Peygamberden iki kişi rivayet edince mütevatir oluyor. (https://islamansiklopedisi.org.tr/mutevatir).
- Şeriatı okuyan insanlar pek tarikatçı olmazlar.
- Bazılarının düşündüğü gibi içtihat kapısı kapanmaz ve dinde yeni yeni içtihatlaryapmak gereklidir.
- Bilindiği gibi 1917’ye kadar Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde Osmanlıca vardı. Orada yazılmış bir kitap ortak dille yazıldığı için burada anlaşılabiliyordu. Burada yazılan da orada anlaşılıyordu. Yani ortak bir yazı dili vardı. Bu böyle devam ederken Ruslar bakıyorlar ki bunların Osmanlı ile olan irtibatı devam ediyor, bunu kesmek için alfabe değişikliğine gidiyorlar. Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde kullanılmaya başlanan Latin alfabesi, daha önce Osmanlı Devleti’ne de teklif edilmiş bir alfabedir.
- Bu alfabe oralarda on iki sene kadar devam ediyor. 1928’de Türkiye aynı alfabeye geçiyor. Orta Asya’da Rusların getirdiği alfabenin hiçbir noktası dahi değişmiyor. Türkiye’nin bu alfabeyi kabul etmesinden sonra Ruslar, tekrar irtibatı kesmek için, Türk dünyasının kullanmakta olduğu Latin alfabesini Kiril alfabesine çeviriyor.
- Aslında “Ne mutlu, Türkiyeliyim! Diyene” demiştir Mustafa Kemal. Sonradan “Ne Mutlu Türk’üm diyene” diye milliyetçiler değiştirmiş. “Türkiyeliyim!”, ifadesini kullandığı kesin bir bilgi.
- Mustafa Kemal döneminde tekke ve zaviyelerin kapatılması meselesi var. Osmanlı bu tekke ve zaviyeleri dört defa kapatmış aslında.
- 1953 yılında ilk kez Mısır’dan döndüm ve iki ay kaldım. Ezher mezunlarının diploma denkliği için İzmir Milletvekilleri ile görüştüm. Mısır’da öğrenciyken bir müfettiş gelmiş ve hakkımızda kötü rapor vermişti. Bu yüzden zorluk çıkarılıyordu. Müfettişi gönderen Celal Bayar’dı.
- Ezher’de okuyanlarla ilgili rapor veren daha sonra Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi olan İsmet Parmaksızoğlu özetle şöyle demişti :“Osmanlı Devleti Anadolu’da medreseler açmak için Mısır’dan faydalanmış. Ezher medreselerinden hocalar getirilmiş ve onlar vasıtasıyla Osmanlı medreseleri açılmış.” Bu durum, Yavuz’un Mısır seferinden sonra gerçekleşmişti. Bu tespit son derece doğru, çünkü bizim okuduğumuz devredeki Ezher programıyla Türkiye‘deki eski medreselerdeki program aynıydı. Ama o zor şartlar altında, imkansızlıklarla boğuşarak yurtdışında okuyan talebeler ne denklik alabilmiş, ne de ülkelerine hizmet edebilme imkanı yakalayabilmişlerdir.
- Bediüzzaman, bir ziyaretimizde “Davamız iman davasıdır. Her şeyden önemli olan imandır” gibi mevzular anlattı. Said Nursi’nin kitaplarında fıkha dair bir şey bulamazsınız. Onun düşüncesine göre insanlara sadece iman esaslarını öğretelim, yeter. “Biz, insanların imanını takviye etmek ve güçlendirmek için varız. Hedefimiz budur” diyordu. Gerçekten kitaplarına baktığınız zaman da “üslubu hatabiyi” kullanır hep. Bir de “üslubu askeri” var. O tahrik edicidir. Üslubu hatabi ise sürükleyici bir üsluptur.
- Bizim tarzlarımız, meselelere bakış açımız farklıdır. Emin Saraç Hoca gelenekçidir. Halil Gönenç de öyledir. Yani fetvayı geleneksel fıkıh kitaplarında ne yazıyorsa ona göre veriyor ama kendi düşüncesi farklı.
- Oteli olan adamın içki verme mecburiyeti var, “Ne yapmalıyım?” diye sordu. İbn-i Abidin’de “Haram malı sadaka vermek gerekir” diye bir ibare var. O kişiye bu ibarenin fotokopisini verdim. Gidip Emin Saraç’a da sormuş. Emin Saraç ne yaptığımı öğrenip bana geldi. “İnsanlara İbn-i Abidin’in mezhebiyle fetva vermemiz yanlış olur. Kötü kapılar açılır. Bunları tamamen kapatmamız lazım” dedi. Ben de ona “Biz ruhban değiliz. Kitaplarımızda yazan bir şeyi halka niye söylemeyelim?” dedim. “Böyle söylemezsek daha iyi olur” gibi sözler etti. Neticede “Sen yine de bu tip şeyleri söyleme” dedi ve gitti. Onlarda böyle bir şey var. Korumacı bir zihniyet ile hareket ediyorlar. Halbuki kendi anlayışlarını yine kendileri tekzip ediyor. Neymiş efendim; cahil kimseler bunu başka türlü anlar, herkes içki ticaretiyle meşgul olur. Biraz sadaka verir, işini görür gibi bir takım düşünceleri ortaya koydu. Böyle düşünceler, Müslümanları ruhsatlardan ve kolaylıklardan uzaklaştırmak anlamına gelir.
- Zaten üç kaide vardır usulü fıkıhta (Gelenekçilik). Bu üç kaide iyiye de kötüye de kullanılır. Birincisi “hakk-u tazir/ tazir hakkı” dır. Bu hakk-u tazir devlet içindir. Devlet bunu kullanırsa birçok kişiye kötülük etmiş olabilir. Bazı Şeyhülislâmlar buna fetva vermiş, bazıları vermemiş. Mesela diyelim ki bir yerde bir olay oluyor ve devlet orada katliam yapmak istiyor. Önce müftüden veya Şeyhülislâmlardan fetva alınması lazım. Bu kaideyi halk da kullanmaya kalkarsa arzu edilmeyen durumlar ortaya çıkar. Ikincisi “defü’l- fitne” dir. O da devletle ilgili. Defü’l- fitne adına birçok haksızlıklar yapılabilir. Üçüncüsü de “seddü’z-zeria” dır. Emin Saraç Hoca’ nin söyledikleri bu seddü’z-zeria kaidesine dayanır. Bunun anlamı haram olan şeylere yaklaştıran yolları kapatmaktır. Yani haramların etrafına haram duvarlar örmektir. Bu ise Müslümanlara zorluklar yüklemektedir. (Fıkıh usulü için detaylı olarak bkz. https://islamansiklopedisi.org.tr/usul-i-fikih)
- Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın üç milyon kayıtlı üyesi vardı o dönemde. Ama siyasete bulaştılar, ihtilalı desteklediler. Sonunda Nasır da onlara karşı idi.
- Bana göre İslami cemaatler siyasete bulaşmamalıdır. Siyasete bulaşan cemaatler bundan ağır yara alıyorlar.
- Hanefi Avcı bir kitabında; (https://tr.wikipedia.org/wiki/Hali%C3%A7%27te_Ya%C5%9Fayan_Simonlar:_D%C3%BCn_Devlet_Bug%C3%BCn_Cemaat.) devleti ele geçiriyorlar gibi bir şey yazmış. Aslında devletin cemaat adamlarını önemli mevkilere getirmesi daima yanlıştır, çünkü devlet ortak kabul etmez. Önemli mevkilere herkese eşit muamele yapması için herhangi bir cemaate bağlı olmayanların getirilmesi gerekir. Doğru olan budur.
- Burada yakın tarihte menfi diyebileceğimiz şey Mustafa Kemal’ in çıkan isyanları çok sert ve kötü bir şekilde bastırmasıdır. İstiklal mahkemeleri sürecinde çok insan ölmüş.
- “Allah, İslam’ı insanların uygulaması için gönderdi. Bunun uygulamasındaki sorumluluk bize aittir. Ama şu anda İslâm ülkelerinde İslâm hukukuyla yönetilen bir devlet ve millet yok. Yani bizim görevimiz yarın birisi çıkar da böyle bir uygulama yapmak isterse elimizde hazır bulunan bir sistem olmalı.” diyordum.1960’lı yıllarda İslami İlimler Araştırma Vakfı’nı kurmaya karar vermiştim. Zira benim maksadım daha başkaydı. “Bizim gayemiz inandığımız dinin ahkam kısmını pratik hale getirmektir. Dünyada İslami yönetim uygulayan hiçbir ülke yok.”
- Taha Hüseyin gibi fikir adamlarının temel düşüncesi “Mevcut İslami birikim ile bugünkü İslam dünyasının problemlerini çözemeyiz. Bunun için içtihat edip, yeni yorumlar yapmamız lazım” şeklindedir.
- Peygamberimiz son derece müsamahalı ve hoşgörülü bir insan. Bugün bütün dünyanın peşine düştüğü tolerans, müsamaha ve hoşgörü dediğimiz şey, birlikte yaşamanın sırrıdır. Birlikte yaşamak istiyorsak buna ihtiyacımız var ve peygamberimizin sünnetine uymalıyız.
- Eğer biz Müslümanlar günlük hayatımızda ve işlerimizde peygamberin hayatını örnek alabilirsek birçok problemimiz hallolur.
- Gayri Müslimlerle olan ilişkilerimize gelince, Kur’an bunu zaten belirtmiş. Kitabilerle hiçbir problemimiz yok. Müşrik olanlarla, kitabi olmayanlarla da sınırlı problemlerimiz olabilir. Alışveriş yapar, bir arada bulunuruz. Sadece evlenmeyiz ve kestiğini yemeyiz. Bunlar çok önemli. Bunların karşıtı olarak dinde münafıklar var. Bu ölçüler zayi olduğu için köy yerlerinde bile -çünkü herkes birbirini tanır- adamın bazı yanlış işleri varsa herkes ondan uzak durur. Aslında uzak durmak değil, ona yakın gelip onun yanlışlarını düzeltmek önemlidir.
- Taabbudi Müslümanlık Allah emrettiği için emirlerine uymak, yasak ettigi için de yasaklarından kaçınmaktır. Hikemi Müslümanlık ise bir gerekçe ile inanmak ve yapmaktır. Ebu Hanife taabbudi Müslüman’dır. Hz. Ömer de taabbudi Müslüman’dır. Taabbudi Müslüman yorum yapmayacak demek değildir.
- Ebu Hanife günahlar meselesinde de diğerlerine göre farklı düşünür. Bu yüzden kendisine mürcie denmiş.
- İslam ümmetinin önündeki en büyük engel hocalar ve şeyhlerdir. Bunlar kendi aralarında anlaşamazlar, milleti de böyle bir taraftan öbür tarafa sürükleyip dururlar.
- Memlekete en iyi hizmet yolu siyasettir. Siyasete gireceksin ki hizmet edesin ama ben siyasete girseydim ne olurdu onu bilmiyorum. Ondan sonra daha çok eğitim ve ögretimle ilgili işlere önem verdim ve İslami İlimler Araştırma Vakfı’nı kurduk. İslami İlimler Araştırma Vakfı’nın faaliyetleri: Şiilik Kongresi, Dış İşleri Bakanlığı adına Saddam Hüseyin’in düzenlediği toplantıya katılma, Kıbrıs’ta Dini Eğitim Faaliyetleri, Türk Dünyasında Ortak Dil Oluşturma Çabaları, Kazakistan’a 6 Cami yapımı, Kazakistan Yabancı Diller Üniversitesi.
- Yüksek İslâm Enstitüsü’ne 1978 de müdür oldum. Ben Yüksek İslâm Enstitüsüne seçimle gelen ilk müdürüm. Orada hocayken Öğretmenler Sendikası Başkanlığı yaptım. Hiçbir hocayla ihtilafım yoktu. Herkesle iyi geçinen, çalışan bir kimseydim. O bakımdan hocaların hepsi bana saygı duyuyordu.
- YÖK sistemi öğrenciyi pasifize etmek için kurulmuştur.
- 1982’de İstanbul’da bir İslam Konferansı düzenledik.
- İsmail Ağa’da ders verdiğim sıralarda Mahmud Efendi orada imamdı. Henüz şeyh değildi. O zamanki şeyh Ali Haydar Efendi’ydi. Müritlerinden erkeklerin sakal bırakması, sarık – takması ve şalvar giymesi kadınların da çarşafa bürünmesi gerektiği meselesini bizzat kendisinden dinledim. “Bu tarikatın ehlinin bize bağlılığını imtihan etmek için koyduğumuz bir ölçüdür. Yani bizim tarikatın alamet-i farikasıdır” diyordu.
- Ben de “İslam’a aykırı olup olmaması ayrıdır ama bu bidattir çünkü bildiğimize göre Resulullah’ın yaşadığı devirde kadınlar için de erkekler için de belli bir giyim tarzı yok. Sakala gelince; sakal o gün için alemşümul bir şeydir. Peygamberimizin de Ebu Cehil’in de sakalı vardır. Sakal sünneti adiyedendir. Ben genel olarak peygamberin diğer sünnetlerinin de uygulanması gerektiğini ve onların üzerinde ısrarla durulması gerektiğini anlatttım.
Gördüğünüz gibi yukarıda Ali Özek Hoca’nın hem biyografisi, hem yaşadıkları ve hem de görüşleri hakkında düşünce sahibi olun diye onun anlattıklarından kısa kısa pasajlar aldım. Arka arkaya ekleyince de lezzetli bir okuma çıktı. Ama emin olun kitabı edinip tamamını okursanız çok daha lezzetli bir tablo ile karşılaşacaksınız. .
Bu arada kitabın sonunda Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Prof. Dr. Hamza Aktan, Prof. Dr. Fahrettin Atar, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Prof. Dr. Sabri Hizmetli, Prof. Dr. Adil Ahmetov, İsmail Türe, Mehmet Öztapacı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Mehmet Yazıcı, Muzaffer Özcanoğlu, Tahsin Atak, Prof. Dr. Ahmet Kavas olmak üzere çoğu öğrencisi, Ali Özek Hoca ile ilgili görüşlerini paylaşmışlar. Onları da okuyunca Hoca’nın mesleğine ve çalıştığı konulara yaklaşımını çok daha iyi anlıyorsunuz tabii ki..