İLMÎ HAKİKATLER, GERÇEKLER... EDEBÎ ESERLER, HABER VE GÖRÜŞLER...
T.FİKRET AKTAN
Bir ticarethaneydi. Yani bir dükkândı, büyükçe bir dükkân. Daha açıkçası bir bakkaliyeydi, çarşının en işlek bir yerinde, işlek bir bakkal dükkânıydı.
Dükkânın bir bölümünde, perakende satış yapılırdı, bir bölümü, toptan satış yeriydi, bir bölümü de imalâthaneydi. Böyle çok amaçlı bir işlev gören saygın ve ünlü bir işyeriydi burası.
İmalâthanede çeşitli türde tahin helva ve şekerleme ürünleri üretilir, paketlenir ve sevgi sıcaklığı ve ambalajı ile müşteriye taze taze sunulurdu. Bir bölümü de hem bazı bakkallara hem de il dışı siparişlere dağıtılırdı.
Anıl, bu siparişlerin adıydı, hatta gizlenmiş markasıydı...
İşlerin yoğun, işçilerin yetersiz olduğu bir zamanda, patronun gözü, içeriye giren otuz yaşlarında bir gence takıldı. Dikkatle baktı. Gözlerini ondan ayıramıyordu. Genç, bir şey arıyormuş da söyleyemiyormuş gibi çekingen ve ürkek bir tavır gösteriyordu.
Üzerinde uzun bir iş gömleği olan patron, gence yaklaşıp:
--- İstediğin bir şey mi var kardeş? Diye sordu.
- Hayır, abi, dedi genç, sıkılarak, ben aslında bir iş arıyorum. Acaba bana göre bir işiniz var mı? Patronla görüşebilir miyim ki?
- Diyelim patronla görüştün, ne iş yaparsın sen? Bir mesleğin, zanaatın var mı?
- Hayır, mesleğim yok ama ne iş olsa yaparım. Getir-götür işleri, temizlik, hatta hamallık, ne olursa işte...
Patron elini çenesine götürüp biraz düşündükten sonra:
--- Bak evlat, dedi, buradan alacağın ücret seni pek memnun etmez, sana çok para kazandıran bir iş bulmak gerekir.
--- Bir iş bulayım da yeter, parasında gözüm yok. Aç karnım doysun, bir de yatacak yerim olsun, başka bir şey istemem.
Patron biraz daha düşündükten sonra gencin kolundan tutup çekti:
--- Gel hele seninle biraz konuşalım, dedi.
Onu, ofis olarak kullanılan camekânlı küçük bölmeye götürdü. Ufak bir masa, önünde iki sandalye, arada da küçük bir sehpa vardı. Patron yerine geçip oturdu, gence de sandalyeyi işaret ederek:
--- Otur bakalım, yeğenim, dedi, adın nedir?
Genç otururken:
--- Salih, diye cevapladı.
--- Nerelisin, Salih kardeş?
--- Abi, ben Ankaralıyım. Ankara'da çok iş aradım bulamadım, iyice bunaldım. Bir ümitle bu şehre geldim. İki gündür burada dolaşıyorum, iş arıyorum. Bir de bu işyerine sorayım dedim.
--- Nerede kalıyorsun?
--- Bir gece terminalde, bir gece de tren garında geceledim. Otelde kalacak kadar param yok.
Bunları söylerken sıkıldığı her halinden belli oluyordu. Temiz bir yüzü vardı. Konuşurken de bazen yanakları kızarıyordu.
--- Ankara'da geçimini nasıl sağlıyordun? Evli misin, kimin kimsen var mı? Diye soruları sıraladı, patron.
Genç yine sıkılarak ve yanakları kızararak soruları cevaplamaya çalıştı:
--- Ben Ankara'nın köylüğündenim. Çiftçilik yapıyordum. Bağımız bahçemiz vardı pek çok, hani atamızdan kalan. Ağabeyim bana bir kâğıt imzalattı, sonra da tuttu, her şeyimizi sattı iki yıl önce. Kendisi, ailecek Ankara'ya yerleşti. Ben köyde kaldım. Meğer ben hakkımı ona devretmişim. Toprağımız elden gidince, ben daha oralarda ne yaparım? Başka kimsem yok. Ağabeyimle aramız bu yüzden açık. Bana hiçbir hak vermedi, alamadım. İki yıl köyde kıt kanaat geçinmeye çalıştım, sıkıntılı günlerim oldu. Nihayet oraları terk edip ben de gurbete çıktım işte. Çalışmaya mecburum.
Ağlamaklıydı, gözleri dolu doluydu. İçini çekti ve:
--- Başınızı ağrıttım, abi, dedi, kusura bakmayın. Sizi daha fazla meşgul etmeyim.
Patron, hem dikkatle dinliyor, hem de düşünüyordu. Gencin sözlerinde bir hüzün ve burukluk sezmişti. Bu sözlerde bir yalan olmadığına kanaat getirmiş olmalıydı ki, sesini yükselterek:
--- Benim adım da Hüseyin, dedi patron, burası bize emanet. Seni sevdim, delikanlı, hele dur bakalım, burada elbet sana da yapacak bir iş buluruz.
Gencin gözleri parlamıştı:
--- Sahi mi diyorsunuz? Peki, patron ne der ki?
--- Dedim ya, burası bize emanet. Sen de emanetçinin bize gönderdiği bir hediyesin. Burada kalır, çalışırsın. Karnın doyar, harçlığın çıkar. Tamam mı?
--- Sağ ol abi, Allah razı olsun.
Dükkânın üst katında, bekârların kalabileceği hazır, temiz ve yataklı odalar vardı. Yemeğini işletmede işçilerle birlikte yiyecek, bekâr odasında da yatıp kalkacaktı. Ücretini de patron belirleyecekti. Salih patrona güveniyordu.
Salih güçlü kuvvetli bir yapıya sahipti. İyi niyetli, temiz kalpli ve çalışkan birisiydi. İşe hemen uyum sağladı. Dışarıya gidecek malları arabaya yüklüyor, dışarıdan gelen malları depoya yerleştiriyordu. Çuvalları, tenekeleri sanki boşmuş gibi kolayca kaldırıyor, kıymetli birer eşyaymış gibi dikkatle yerine koyuyordu. Daha önemlisi ise onun işe başlamasıyla depo, daha düzenli ve ferah bir hale gelmişti.
Hüseyin Efendi, Salih'ten çok memnundu. Hisleri onu yanıltmamıştı demek ki. "İyi ki onu işe almışım." Diye düşündü. Öyle ya hem böyle bir garibi iş sahibi yapmış, hem de kendisi, iyi bir işçi kazanmıştı. Gerçi bütün çalışanları iyi kimselerdi ama her yiğidin bir yoğurt yeyişi olduğu gibi her birinin de kendine has karakter özellikleri vardı. Onlar içinde Salih'in ayrı bir yeri olmuştu.
Günler bir birini kovalıyor, zaman bir ırmak olmuş akıp gidiyordu. Salih'in işe başlamasının üzerinden yaklaşık dört ay geçmişti. Bu süre zarfında işi çok iyi kavramış, içeride olduğu kadar dışarıda da işleri idare eder bir hale gelmişti.
Dışarıda, üreticilerden malları almak, depoya getirmek, imalathaneye teslim etmek, imalathaneden mamulleri alıp depolamak, depodan alınan malları dükkân ve iş yerlerine dağıtmak artık onun görevleri arasındaydı.
Hüseyin Efendi, dış işlere çıktığı zaman onu yanında götürüyor ve işi ona da öğretiyordu. Hatta ona araba kullanmasını bile öğretmişti bu arada. Trafiğin olmadığı tenha köy yollarında arabayı Salih kullanıyordu. Artık sıra, ona bir ehliyet almaya gelmişti. Ehliyet alırsa arabayı rahatlıkla kullanma imkânı olurdu her yerde. Yalnız bir sorun vardı: Salih'in ilkokul diploması yoktu.
Salih, ilkokula gitmiş, ancak bitirmeden ayrılmak zorunda kalmış, bu sebeple de diploma alamamıştı. Zira okul çağında iken, babasını kaybetmişti. Köyde ailesine ve ağabeyine yardım etmek ve evin işlerini görmek Salih'e kalmıştı.
Okuma-yazması çok iyiydi. Köydeki geçimi ve işleri de güzeldi. Ağabeyi ile birlikte bütün tarım işlerini görüyordu. Mahsullerini satıyorlar, kışlıklarını temin ediyorlar, başkalarına muhtaç olmadan iyi sayılacak bir hayat yaşıyorlardı. Onun için bir diplomaya ihtiyaç duymamıştı hiç. Fakat işte şimdi bunun eksikliği ve ne kadar gerekli olduğu ortaya çıkmıştı.
Köydeki büyük çiftlikten bakliyat sarmışlardı arabaya: Fasulye, mercimek, nohut. Bu köyün toprakları, bakliyat ekimine çok uygundu. Alınan mahsul tüketici tarafından tutuluyordu. Çünkü her biri hem pişme yönünden, hem de lezzet bakımından aranan vasıfta idi. Müşterilerini memnun etmek için çiftliğin bütün mahsulünü Anılır Market alır, hazırlar ve bakkal ve pazarcılara dağıtır, paketlediklerini de perakende olarak müşterilerine satarlardı.
Bu tür seferlerde, arabayı şehir girişine kadar Salih kullanırdı. Araba kullanmasını da seviyordu Salih. Hüseyin Efendi de hem çevreyi seyrediyor, hem de Salih'e lâf atıyordu:
--- Senin ehliyet işini halletmemiz lâzım Salih, dedi Hüseyin Efendi, ama önce diplomanı alalım.
--- Nasıl alırız, Hüseyin abi, dedi Salih, benim okuduğum okul köyümde? Hem bu yaştan sonra?
--- Olur, olur, dedi Hüseyin Efendi, burada da okul var, seni orada imtihana soktuk mu bu iş olur. Sen kısa zamanda kendini buna hazırla. Ben okul müdürüyle görüşürüm.
--- Tamam abi. Kitap, gazete okurum, hem de bir şeyler yazar, matematik çözerim. Fena mı olur, hem de birçok yeni şeyler öğrenirim, değil mi?
--- Evet, yapacağın iş bu kadardır. Hadi bakalım, artık boş zamanın kalmadı, ona göre. Bu işi sıkı tutman lâzım, Salih, bilesin.
Bu teklif Salih'i çok sevindirmiş ve heyecanlandırmıştı. Bir anda çocukluk günleri, okul arkadaşları, bir film şeridi gibi gözünün önünde canlandı. Ne kadar da çok istemişti okumayı. Ama kader böyleymiş, okuyamamıştı. Şimdi ise önüne bu kaçmaz fırsat çıkmıştı ve Salih, onu çok iyi değerlendirecekti.
--- Allah senden razı olsun, abi, bu güne kadar hep bana ağabeylik ettin, babalık ettin. Bu gün de beni ziyadesiyle sevindirdin. Ne diyeyim, tuttuğun altın olsun. Emrin, başım gözüm üstüne.
Depo önüne gelip aracı park etti. Çuvalları içeri taşımaya başladılar. O sırada içeriden iki adam daha çıkarak çuvalları taşımaya yardım ettiler.
Salih söz verdiği gibi önüne çıkan her şeyi okumaya başlamıştı. Gazete, dergi, kitap hatta yerde gördüğü kâğıt parçalarını alıyor okuyordu.
Bu arada Hüseyin Efendi de okul müdürüyle görüşmüş, müracaat tarihini öğrenmişti. Salih';e yakın zamanda bir dilekçeyle okul müdürlüğüne başvurması gerektiğini söyledi. Salih bu habere hem sevindi, hem de heyecanlandı. Artık ilkokul mezunu olacaktı.
Salih, dilekçesini okula teslim etti. Bir hafta sonra da sınava aldılar. Sınav sonuçları çok iyiydi.
Nihayet sevinçli gün gelip çatmış ve Salih, diplomasını da almıştı. Artık ilkokul mezunu yetişkin bir kimse olmuştu. Diploması olmadığı için, askerde ona, "Ali" diyorlardı. Çünkü okuma yazması olmayıp, askerde okuma yazma kursuna tabi olanların lakabı "Ali" idi. Ders kitabında hemen pek çok cümlede "Ali"ismi özne olarak kullanıldığından bu kurslara "Ali okulu", kursiyerlere de "Ali" denirdi.
Artık kimse Salih'e "Ali" veya "cahil" diyemeyecekti.
Salih'in bu azim ve gayreti arkadaşları arasında da takdir görmüştü. Herkes ondan övgü ile söz ediyordu. Aralarında güzel bir samimiyet oluşmuştu.
Salih, dert ve sıkıntılarını arkadaşlarıyla paylaşıyor, ancak hiç şikâyet etmiyordu. Bu kadar yakın olduğu insanları dertleriyle üzmek ona ağır gelirdi. Ama içini dökmek ve böylece rahatlamak ona da iyi geliyordu. Bu sebeple, mesai dışında arkadaşlarıyla sohbet eder, onlar da ona yarenlik ederlerdi.
Bu sohbetler içinde Salih, evli olduğunu, biri kız biri oğlan iki çocuğu bulunduğunu, ailesinin köyde sıkıntı içinde yaşadığını, kendisinin de arttıra bildiği parayı onlara gönderdiğini, onları çok özlediğini anlatmıştı. Hâlbuki ilk geldiğinde evli olduğunu dahi söylememiş, durumunu gizlemişti. Hüseyin Efendi bunu henüz bilmiyordu. Arkadaşlarına da söylememeleri için ricada bulunmuştu.
****************