• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası

İLMÎ HAKİKATLER, GERÇEKLER... EDEBÎ ESERLER, HABER VE GÖRÜŞLER...

İYİ KALB KAZANDIRIR

 

İYİ KALB KAZANDIRIR

Köyün birinde bir genç yaşarmış. Talihsiz, fakir bir gençmiş. Ne yazık ki anasına da, babasına da onun mürüvvetini görmek nasip olmamış. Çükü onlar vakitsiz bir zamanda ellerini göğüslerine bağlamışlar. Genç de tek başına kalmış ve karnını nasıl doyuracağını düşünmeye başlamış.
Neyse ki, onun yaşlımı yaşlı bir beygiri ve de eski püskü bir talikası varmış. İşte bunlarla odun pazarına odun götürüp satmayı planlamış ve bu işi yapmaya başlamış. Karnını az da olsa doyurabiliyormuş.
Bir gün, talikasına odunları yüklemiş ve her zaman olduğu gibi, yola çıkmış. Pazara varıp odunları satmış ve ağır ağır, neşeli bir şekilde, evin yolunu tutmuş.
O, acele etmeden gidedursun, yolda başka bir hikâye daha oluyormuş, dilerseniz şimdi biz ona bir kulak kabartalım. Dedik ya, aynı yolda, aynı yöne doğru iki ihtiyar da yürüyormuş. Yürüyorlarmış ama sanki yürümüyorlar gibiymiş. Ayakta zar zor duruyorlar, bir birlerini tutarak, biri birine destek oluyorlarmış. Onlara, bir çift hızlı, genç ve dinç at koşulmuş bir fayton yetişmiş. Faytonda o yörenin ağası ile eşi oturuyormuş.
İhtiyarlar rica etmişler:
- İyi insanlar, bizi de götürmez misiniz? Ne olur?
- Kendi başınızın çaresine bakın, elbet bir şekilde gidersiniz. Size bir şey yapamayız. Çekilin yolumuzdan! Boşuna yaltaklanmayın! Demiş zengin ağa ve karısı.
Arabacı atları kırbaçlamış ve zenginin faytonu hızla uzaklaşmış.
Arkalarından başka bir fayton gelmiş, hızla. Onun içinde de iki asilzâde paşa evladı varmış.

İhtiyarlar yine yalvarmışlar:
- Genç insanlar, bir iyilik yapın da bizi de götürün, size ömür boyu dua ederiz!
- Bizim, sizin duanıza ihtiyacımız yok, demiş gülerek asilzadeler, onunla bir kürk bile dikemezsiniz ya! Atları kamçılamış ve yanlarından geçip gitmişler.
İhtiyarlar yere tükürüp hırslarını yenmişler ve biraz daha ilerlemeye çalışmışlar.
İşte tam burada bizim genç, talikasıyla onlara yetişmiş. İhtiyarlar durmuş ona bakıyorlarmış. Daha onlar bir şey demeden, delikanlı yanlarında durmuş ve:
- Buyurun, demiş, benim faytonuma binin, sizi gideceğiniz yere kadar götüreyim.
- Sen ne diyorsun delikanlı! Demiş ihtiyarlar, bizi nerede götüreceksin? Senin atlarının ikisi de cılız, dört ayak üzerinde bile duramıyorlar.
Genç, altta kalmamış:
- Oturun hele, bir şekilde gideriz. Her gün taşıdığım o odunlardan daha ağır değilsiniz ya! Arkamızdan kimse de kovalamıyor, bir yere yetişmek için acelemiz de yok. Ağır ağır gideriz. Yol boyunca laflarız, vakit geçer gider.
İhtiyarlar artık itiraz etmemişler. Gencin iyi yürekli, temiz biri olduğunu, bunları da yürekten söylediğini anlamışlar. Arabaya binip yola düşmüşler.
Yolculuk sırasında, âdet olduğu üzere, gence hayatıyla ilgili sorular sormuşlar.
- Delikanlı, evli misin?
...

- Hayır, demiş  genç, evlenirdim de, bana eş olarak kim gelir?

 - Neden kötümsersin peki?

 - Kötümser mötümser değilim, bana eş olacak hanımla bugüne kadar karşılaşmadım.

 - Eh oğlum, demek ki bugün senin müstakbel eşini başkasına veriyorlar. Atları kamçıla, gidelim. Gidelim de senin düğününde olsun biraz oynayalım.

 Genç, ihtiyarların kendisiyle muhakkak alay ettiklerini düşünmüş. Onun için onlara sevinçle gülerek demiş ki:

 - Ah, ben atlarımı kamçılasam da kamçılamasam da kendi düğünüme geç kalmam. Görülen o ki benim kaderimde evlenmeye yer yok.

 Genç, tabii ki bu ihtiyarların basit birer ihtiyar olmadıklarını bilmiyormuş. Oysa bunlar, insanlar arasında dolaşıp, iyilikleri sınayan, iyi kalplileri ödüllendiren, kötüleri de cezalandıran manevi görevlilermiş. Onlar yaratanın izni ile olağan üstü işler yapabiliyormuş.

- Sen tasalanma delikanlı, demişler, düğüne yetişiriz hem de orada bol bol tepinirsin.

 Böyle söyler söylemez, yaşlı atlar, dörtnala kalkıp gemi azıya almışlar. Arabacı kan ter içinde kalmış. Öyle hızlı koşuyorlarmış ki tut tutabilirsen.

 Yol Yüce dağ istikametine gidiyormuş.

Araba zengin bir çiftliğe gelmiş. Görünüşe göre orada bir düğün töreni yapılıyormuş. Misafirler pek görülmüyorlarmış.

Genç, atları ahırın yanında durdurmuş. Kendisi de ihtiyarlarla birlikte eve doğru yürümüşler.

 Ev sahibi onları uzaktan görünce, kapıda karşılamış. Ama içeri girmelerine izin vermemiş:

- Burada ne arıyorsunuz? Diye sormuş. Bu ise, faytonda giden ağanın ta kendisiymiş.

- Şey, düğünü seyretmeye geldik, demiş ihtiyar.

 - Bu düğün size göre değil, demiş ağa, böyle sizin gibi nefesi kokanlar için değil. Hadi kendi yolunuza gidin, sizin burada işiniz yok.

 Söz söylemenin faydası yokmuş. Çaresiz, ihtiyarlar ve genç, ayrılıp gitmişler.

 Biraz gittikten sonra, bir kuyunun yanında durmuşlar. Atları çözmüşler ve otlasınlar diye salıvermişler. Kendileri de dinlenmek için oturmuşlar. İhtiyarlar akıllarını toplayıp düşünebilecekleri kadar oturmuşlar ve o anda hallerinde bir değişme oluvermiş. Üç dakika geçmeden, yoldaki fakir gezginlerin yerinde, gösterişli kıyafetler içinde iki saygı değer ihtiyar ortaya çıkmış. Genç de, ne eksik, ne fazla, tam bir asilzâde oluvermiş. Hatta ihtiyarlar onun için özel çaba gösterip, yakışıklı ve sevimli hale getirmişler. Üzerine kadife pelerin giydirmişler, çizmeleri maroken, şapkasını da altın işlemeli yapmışlar.

İhtiyarlar işlerini yaptıktan sonra, yeniden arabaya binmişler. Ama ne araba! Böyle bir arabada ancak krallar gidebilirmiş.

Ve işte yeniden ihtiyarlar ve genç delikanlı, ağanın çiftliğine gitmişler.

 Ev sahibi, faytonu görür görmez, hemen bu soylu misafiri karşılamaya koşmuş. Yerlere kadar eğilip selâmlamış:

- Değerli misafirlerimiz, hoş geldiniz. Teşrifleriniz, evimize neşe getirdi. Kızımın düğününde lütfen şeref misafirimiz olunuz!

 O, bir kolunu birine diğer kolunu diğerine sokup ihtiyarların arasına girmiş, uşağına da gence refakat etmesini emretmiş. Misafirleri düğün masasının şeref köşesine oturtmuş.

Bu sırada ihtiyarlardan biri ayağa kalkmış, ev sahibine teşekkür ettikten sonra şöyle demiş:

- Düğününüz çok görkemli, kusursuz, hiçbir şey söylenemez. Ve gelin, güzel, güvey çalımlı ve boylu poslu. Ama acaba onlar bir birlerini seviyorlar mı? Bir birlerine uyumlu mu? Nasıl bilelim? Eskiden bilirdik. Bizim memleketimizde şöyle bir âdet vardır. Bilinmez zamanlardan beri devam etmektedir: Düğün ziyafetlerinde misafirler tabaklarını alt üst ederler. Sonra da birden kaldırırlar. Eğer gelin ve damat bir birlerinden hoşlanıyorlarsa, kendi tabakları altında üzüm salkımı bulurlardı. Hadi biz de, atalarımızın yaptığı gibi yapalım.

 Misafirler, birbirlerine bakışmışlar, homurdanmışlar ama teklifi kabul edip tabaklarını alt üst çevirmişler. Kaldırdıkları zaman, bir salkım üzümün gelinin tabağı altında, diğerinin de yolcu gencin tabağı altında olduğunu görmüşler. Her kes şaşırmış.

  - İşte gerçek ortaya çıktı, nişanlıların kimler olduğu anlaşıldı.

Ev sahibi üzüntüsünden bin pişman olmuş, gelin ise sevinçten uçuyormuş. Gerçekten, nişanlısıyla babasının baskıcı tavrı yüzünden evlenecekmiş.

Bu uygulama sonucunda, damat yerinden kalkmış ve kendi düğününden ayrılmış, arabacı gence de gelinle yan yana oturmak kısmet olmuş. Düğün ziyafeti şenlikleri yeniden başlamış.

Ancak bizim ihtiyarlar, ağızlarına bir kırıntı bile koymamışlar. Her ikramda onlar yenlerine, yakalarına hatta eteklerine dokunuyor, onlara gıptayla bakıp ikram tepsilerine onları uzatıyorlarmış. Kendileri ise ne yemek yemişler, ne de içecek içmişler.

 Ev sahibi bunu görmüş, cesaretini toplayıp sormuş:

- Özür dilerim, değerli konuklarım, yalnız size sormak istiyorum, niçin siz yemiyor içmiyor da hep güzel elbiselerinizle ilgileniyorsunuz?

 - Ha, o mu? Bu sizin anlayışınızı temsil ediyor. İnsana saygı göstermeyip, onun kıyafetine göstermenizi, demiş ihtiyarlar.

 Değerli kürklerini çıkarıp yere atmışlar. İşte o zaman ev sahibi, onların kovduğu ihtiyarlar olduğunu anlamış.

Utanmış, başını öne eğmiş, bir şey söyleyememiş. Her ziyafetin sonu gelir, işte bu ziyafetin de sonuna gelmişler. Genç evliler, ana babalarının ellerini öpmüşler, konuklarla vedalaşmışlar ve damadın evine doğru yola çıkmışlar. İhtiyarlar da onlarla beraber gitmişler.

 Yine kuyunun başına gelmişler ve yine hepsi eski hallerine dönmüşler. Ne değerli fayton kalmış, ne de hızlı, çevik atlar. Damat, yine bir arabacı olmuş, ihtiyarlar da garip yoksullar.

 - Güzel kızım, demiş ihtiyar, böyle bir kocayı ister misin kendine? Yoksa fakir birine gitmekten çekinir misin?

 - Çekinmem, demiş gelin, o zenginleri çok gördüm, hepsi bana çok çektirdiler. Onlardan bir tek iyi söz bile işitmedim. Ama sizin damadınız hem şefkatli, iyi kalpli, hem de güler yüzlü, cana yakındır.

 - Peki, sen, delikanlı, yeni bir hayat için ne istersin? Çekinmeden söyle!

 - Eşimi doyurabileceğim, insanları mutlu edebileceğim daha iyi bir işim olsun isterim. Daha ne isterim!

 - İstediğin olacak, demiş ihtiyarlar, Hızlı Çay nehrine git. Orada bir kulübe ve eski bir kayık göreceksin. İşte onunla insanları karşıdan karşıya taşı. Açık havada da yağmurlu havada da, yılmadan yorulmadan çalış ve kazan.

 Gençler, ihtiyarlarla vedalaşmış ve kendi arabalarıyla yollarına devam etmişler.

 Hızlı Çay kıyısında kulübeyi de, kayığı da görmüşler. Her şey ihtiyarların dediği gibiymiş.

Kulübeye girmişler. Sanki onları orada öteden beri birisi bekliyormuş. Çünkü içerisi düzenlenmiş, silinip temizlenmiş, hazır bir haldeymiş. Hatta soba yakılmış, yemekler hazırlanmış, masanın üzerindeki tabaklardan yemeklerin buharı yükseliyormuş.

Delikanlı iyi kalbinin mükâfatını gördüğünü anlamış.

O zamandan itibaren iyi kalpli genç, Hızlı Çay'ın bir kıyısından diğerine insanları taşımaya başlamış. Ona seslendiklerinde, hemen geliverir, kayığını dalgalar arasında beceriyle idare edermiş. Fırtınalı havada da, yağmurlu havada da, gündüz ve gece ayırt etmeden çalışırmış. İnsanlara böyle faydalı olmaktan çok mutluluk duyarmış. Her kes de ona dua eder, sağlık mutluluk dilermiş.

Belki o hâlâ yaşıyordur. İlerlemiş yaşına rağmen insanlara hizmet ediyor ve bundan da rahatsız olmuyordur.

 

 T.FİKRET AKTAN