İLMÎ HAKİKATLER, GERÇEKLER... EDEBÎ ESERLER, HABER VE GÖRÜŞLER...
ÖNCÜLER VE KRAL NECAŞİ
ÖNCÜLER
VE
KRAL NECÂŞİ
Tevfik Fikret AKTAN
Piyes : 2 PERDE
Eskişehir - 2003
ÖNCÜLER VE KRAL NECAŞİ
BİRİNCİ PERDE
SAHNE : 1
DEKOR: Bir tarafta Kâbe’nin dış köşesi. Duvarın biri sahneye paralel, diğeri dik. Öbür tarafta , bir evin az görünen bir köşesi. Uzakta çatısı olmayan ev siluetleri ile birkaç hurma ağacı. Sahne K3abe’nin yanında bir alandır.
SAHNEDE ROL ALANLAR: HAZRETİ ÖMER – VELİD BİN MUGİRE – EBU CEHİL – NADR BİN HARİS – ÜMEYYE BİN HALEF – NUAYM
EFEKT : (Perde açılır) Kur’an- ı Kerimden El-Hakka suresi okunmaktadır. Çok güzel bir ses ve düzgün bir okuyuş… (Konuşmalarda ses kesilecektir.)
Hz. ÖMER: (Sahneye girer. Telaşlı ve kin dolu bir hali vardır.) Muhammed Kâbede olmalı. Şuna bir çatayım da, bugün de biraz keyifleneyim. (Kâbeye doğru ilerler… Dinler. Ses gittikçe yükselir.) Hah, tam tahmin ettiğim gibi, orada işte! Gene “Allah’ın sözü” dediği şeyleri okuyor. Dur şunu biraz dinleyeyim.( Ayak sesleri duyulmasın diye ayak uçlarına basarak yürümeye başlar.) Aman beni görmesin! Korkar, çekinir de sesini kesiverir sonra. (Kâbeye iyice yanaşır, kulak verir. Ayetler okundukça, yüzünde hayret ifadeleri belirir. 39. ayetten sonra) Vallahi bu, Kureyş’in dediği gibi bir şairdir.Şu beyitlerin güzelliğine bak!( 40-41. ayetler okunurken hayreti büsbütün artar.) “
EFEKT: Muhakkak ki o Kur’an Allah katında çok şerefli bir Rasûlün (Cebrail’in) sözüdür. O bir şair sözü değildir. Siz, ne az inanır kimselersiniz!
Hz. ÖMER: Lât ve Uzza aşkına, olamaz! Bu muhakkak bir kâhindir. İçimden geçeni de bildi!
EFEKT: (Sure devam ediyor. 42-43. ayetler) O, bir kâhin sözü de değildir. Siz ne az düşünür kimselersiniz! O, Kur’an , Âlemlerin Rabbinden indirilmedir.”
Hz. ÖMER: (Daha büyük bir dehşet içinde gözleri açılır.) Hayır! Lât, Menat ,Uzza ve Hübel aşkına! Ne dehşetli şey bu? Şimdiye kadar bunun gibisini hiç işitmemiştim… Biraz daha dinleyeyim. (Dinler. Ayetler okundukça hayreti artar.. Sonra yavaş, yavaş sakinleşir ve düşünceye dalar. Sûre biter, ses kesilir. Düşünmeye devam eder.. Yüz hatları gevşemiştir. Birden kendine gelir. Köşeden saklanarak bakar.) Gidiyor! Vallahi ona bir şey yapamam. Okuduğu şeylerin, bir insan sözü olması mümkün değil. Ama bunları nasıl söylüyor? Bir anda bana, bu katı kalpli, haşin ve gaddar Ömer’e nasıl tesir etti ki, kalbimdeki kin yerine, sevgi dolar gibi oluyor? Zihnim allak bullak olmaya başladı. Normal düşünemiyorum. Ne yapacağımı bilemiyorum. Şaşkınlık içindeyim. Başımda bin bir bilmece, sırtımda koca bir yük var, sanki. (Heyecandan sarsıntı geçirir.) Hübel aşkına! Bana neler oluyor? Bak, bacaklarım titremeye başladı… Kendime gelmeliyim. Şuraya oturayım biraz…(Duvar dibine çöker, oturur. Başını eğer. Düşünceli ve heyecanlıdır.)
VELİD: (EBU CEHİL – NADR – ÜMEYYE yüksek sesle konuşarak sahneye irerler.) Bu işe bir çare bulmanın zamanı geldi!
EBU CEHİL: Geldi de geçiyor bile .
ÜMEYYE: Bu iş halledilmezse, başımıza daha çok şeyler gelir!
VELİD: Bakın arkadaşlar, Ömer de buradaymış.
ÜMEYYE: Ne işi olacak ey Ömer, düşünecek, halledecek kaç tane işimiz kaldı ki ?
NADR: Daha ne olsun, bütün işimizi gücümüzü bıraktık, Onunla uğraşmıyor muyuz?
EBU CEHİL: Olmaz! Vallahi, O, bu davasından vazgeçmedikçe Onunla uğraşacağız !
ÜMEYYE: (Alaycı bir tavırla) Yoksa Ömer, Muhammed’den korkmaya mı başladı ?
VELİD: Ömer, Kureyş’in en bahadır,en güçlü ve en iyi kılıç kullananı, en iyi ok atanıdır. Tanrılarımıza en çok bağlı olanlarından; Muhammed ve ashabının en azılı düşmanlarındandır.
ÜMEYYE: (Aynı tavırla) Yoksa Muhammed onu büyülemiş olmasın ?
VELİD: (Araya girer.) Durun canım. Onun büyücü olmadığını Ömer de biliyor.
ÜMEYYE: Hemen kızma ey Ömer, seni bilmez miyim ? Hani, sende bir gariplik sezdim de, takılayım dedim. Şaka yani.
EBU CEHİL: (Yatıştırmaya çalışır.) Arkadaşlar, kendi aramızda tartışmayı bırakalım da , asıl meselemize dönüp, hal çaresi araştıralım.
NADR: Konuş, ey Ebû Cehil ! Seni dinliyoruz !
EBU CEHİL: Oturun arkadaşlar. (Otururlar.) Önce, Onu davasından vazgeçirmek için neler yaptığımızı bir düşünelim…
VELİD: Amcası Ebû Talib’in himayesinde olduğunu da unutmayalım.
EBU CEHİL: Evet, elbette. Bizi de uğraştıran bu zaten.
ÜMEYYE: Yoksa , şimdiye kadar Onu, çoktan susturmuş, ortadan kaldırmıştık.
EBU CEHİL: Arkadaşlar, biliyorsunuz, bu konuda teşebbüste bulunup, birkaç defa Ebû Talib’le konuştuk. Son görüşmemizde ona dedim ki : “ Ey Ebû Tâlib ! Sen aramızda yaşça, şerefçe, mevkice ilerdesin ! Biz, senden, kardeşinin oğlunu susturmanı, ona engel olmanı istemiştik. Onu susturmadın, bize çatmaktan vazgeçirmedin. And olsun ki artık biz, onun böyle baba ve atalarımıza dil uzatmasına, bizi beyinsizlik ve akılsızlıkla kötülemesine, tanrılarımızı yermesine katlanıp duracak değiliz ! Ya Onu susturur, bizden vaz geçirirsin, yahut iki taraftan biri, yok olup gidinceye kadar, Onunla da, seninle de çarpışırız!”
EBU CEHİL: Durumu kardeşi oğluna bildireceğini, söyledi.
EBU CEHİL: Ne olacak, amcasını terslemiş ve aynen şöyle demiş : “ Amca, vallahi, bu işi onlara bırakmam için, güneşi sağ elime, ayı da sol elime koyacak olsalar, birde -olamaz ya- bana ebedi hayatı bağışlasalar, ben yine onu bırakmam ! Ya, Yüce Allah, onu bütün cihana yayar, görevim biter, ya da bu yolda ölür giderim.”
EBU CEHİL: Ne gezer. Aksine: “ Ey kardeşimin oğlu ! Git istediğini söyle ! Vallahi ben, seni, hiçbir zaman, hiçbir şey için onlara teslim edemem !” demiş.
VELİD: Vallahi, kendisiyle de konuştuk, ya Ömer ! Aha şurada (Elleriyle işaret eder.) geçen gece arkadaşlarla oturmuş, gene bu meseleleri konuşuyorduk. Kendisini de çağırttık. Sağ olsun, bizi kırmadı, geldi.
VELİD: Neler demedik ki. Dinle bak, anlatayım, ağzın açık kalır. Ben Ona dedim ki: “Ya Muhammed, biz seni konuşalım diye çağırttık. Vallahi, sen baba ve atalarına dil uzattın. Dinlerini yerdin, akıllarını akılsızlık saydın, topluluklarını dağıttın. Senin aramıza getirip sokmadığın kötü bir iş kalmadı. Bu arada (eliyle Ebu Cehil’i gösterir) Amr araya girdi…
EBU CEHİL: Evet, ben de dedim ki: “ Eğer sen, bu söylediklerinle, mal toplamak istiyorsan, sana bizimkinden daha çok mal toplayıp verelim. Eğer, bununla, aramızda büyük şeref kazanmak istiyorsan, seni kendimize büyük ve ulu tanıyalım! Eğer, hükümdar olmak istiyorsan, seni kendimize hükümdar yapalım ! Şayet bu, sana gelen, görüp de üzerinden atmağa güç yetiremediğin bir evham, cinlerden, perilerden gelme bir hastalık ve büyü ise, sana en iyi doktorları getirip tedavi ettirelim. Seni ondan kurtarıncaya kadar, mallarımızı bu yolda, saçarcasına, harcayalım. Yeter ki bu davandan vaz geç, bizi bulunduğumuz halde bırak !”
NADR: Kelimesi kelimesine doğru. Daha başka ne denebilirdi ki?
NADR: Ne diyecek, bildiğinden geri kalmıyor. Sanki “Nuh” diyor, “Peygamber” demiyor. Adamın ayakları yerde değil. Gerçekleri göremiyor.
ÜMEYYE: Yalnız çok güzel ve düzgün konuşuyor ve hiçbir şeyden korkmuyor. Onun sözlerini dinleyenler söylediklerini bir daha unutmuyor. Bakın ne dedi. Dedi ki ( hatırlamak ister bir tavırla) “ Sizin söylediğiniz şeylerin hiç birisi bende yoktur. Ben size mallarınızı istemek, içinizde şeref ve şan kazanmak, üzerinize hükümdar olmak için gönderilmedim. Fakat, Allah beni, size peygamber olarak gönderdi. Bana bir kitap ta indirdi. İyiliklerinizden dolayı Cennet’le müjdeleyici, kötülüklerinizden dolayı da azap ile korkutucu olmamı bana emretti. Ben de, Rabbimin bana vahyettiklerini, size bildirdim, size öğüt de verdim. Size getirip tebliğ ettiğim şeyi alır, kabul ederseniz o, dünyada ve âhirette nasip ve azığınız olur. Onu iter, atarsanız, Yüce Allah, aramızda hükmünü verinceye kadar, bana, sabretmek düşer.”
EBU CEHİL: Bu kadar da değil. (Öfkeyle kalkar.) Kendisine daha nice teklifler yaptık. Hiç birini tasdik etmedi. Hep aynı şeyi söylüyor. Hep aynı şey ! Bıktık artık !
ÜMEYYE: Babalarımıza, atalarımıza dil uzattırmayalım ! Tanrılarımızı kötületmeyelim !
VELİD: (Kalkar.) Kölelerimiz teker, teker, Onun safına geçiyor ! Akrabalarımız, bizden ayrılıyor !
NADR: (Kalkar.) Kardeşlerimiz, dostlarımız, Mekke’yi terk ettiler ! Birbirimize düşman olduk. Her geçen gün de, içimizden kopmalar oluyor ! Buna “Dur!” demenin zamanı gelmedi mi?
EBU CEHİL: Size kötü bir haber daha vereyim mi ?
ÜMEYYE: Kötü haber mi ? Nedir, ey Amr ?
EBU CEHİL: Vallahi, Hamza da Müslüman olmuş ! Onun da aklını çelmişler. (Biraz suçlu bir eda ile) Gerçi bunda benim de hatam var. Çünkü, amcasının oğluna fena halde hakaret etmiş, sövüp saymıştım. Bunları duyunca yayını kaldırıp kafama vurmaz mı ! Hem de öyle sert vurdu ki başım yarıldı. Öcünü almış oldu. (Başını açar gösterir.) İşte ! Müslüman olmaması gerekirdi, ama ne yazık ki olmuş. Hadise bu!
EBU CEHİL: Evet, Müslüman oldu. Muhammed, onun Müslüman olmasıyla daha da kuvvetlendi, güçlendi. Kölelerimizden sonra, şimdi de kuvvetli ve bahadır gençlerimizi kandırıyor. Bize karşı hazırlanıyor, bir kılıç gibi bileniyor. Vallahi, buna çare bulmazsak, başımıza büyük belâların gelmesini beklemeliyiz ! Bu büyük belâları bekleyecek miyiz, arkadaşlar ?!
HER BİRİ: Hayır, ya Amr ! Bekleyemeyiz !
EBU CEHİL: Öyleyse ne yapmalıyız, arkadaşlar ? Müslüman kölelerimize işkence etmekle mi yetineceğiz ? Eza çektirmeye devam mı edeceğiz ?
EBU CEHİL: Öyleyse çaresi nedir ? Benim aklıma sadece bir çare geliyor !
EBU CEHİL: Bunu önlemek için, Onu öldürmekten başka çare yoktur !
HER BİRİ: (Şaşkınlık içinde) Öldürmek mi ?
EBU CEHİL: Evet, öldürmek ! (Geri çekilir, sesini yükseltir.) Ey Kureyş topluluğu !(Çevresine bakınır. Ellerini ağzının iki yanına koyar) Muhammed, tanrılarınıza dil uzatıyor ! Akıllarınızı, akılsızlık sayıyor ! Sizden önce gelmiş geçmiş atalarınızın, Cehennemde olduklarını sanıyor ! Muhammed’i öldürecek kimseye, benden yüz kııl ve siyah deve, dilediğim kadar, altın var ! Gümüş var, elbiseler var ve daha neler, neler var !
VELİD: Muhammed’i hangi babayiğit öldürebilir ?
NADR: Evet , bu son derece tehlikeli işi kim yapabilir?
VELİD: Sen mi yapacaksın ? Dur bakayım. Hımmm… Evet , sen bu işe elverişlisin, tamam. Ama, bunun büyük tehlikesi olduğunu da bilmelisin ve bunu göze almalısın. Neden mi ? Çünkü, bütün Haşimoğulları da seni öldürmek için ayaklanacaklardır.
ÜMEYYE: (İleri atılır.) Kutlarım seni, ya Ömer ! Senden başkası bunu yapamazdı zaten !
EBU CEHİL: (Sevinçli) Şüphen mi var, ya Ömer ?
EBU CEHİL: Lât ve Uzzâ adına and içerim ki, vereceğim ! Arkadaşlar da şahittir ! Hadi, göreyim seni! Kurtar bizi ya Ömer !
EBU CEHİL: (Şen) Şansın açık, kılıcın keskin olsun, ya Ömer ! (Ömer birkaç adım ilerler,onlardan ayrılır. Ebu Cehil telaşlı) Hadi arkadaşlar, biz de dağılalım.. Buralarda, daha fazla görünmeyelim. (Sevinçle ellerini ovuşturur) Bu iş tamamdır. (Kâbe’nin diğer tarafından kaybolurlar.)
NUAYM: (Hz. Ömer’in ilerlediği taraftan girer. Hz. Ömer’e) Nereye böyle ey Ömer ? Vallahi seni hiddetli ve de şiddetli görüyorum ?
NUAYM: (Endişelenir.) Vallahi, ey Ömer, sen kendi kendini aldatıyorsun. Muhammed’i öldürürsen, Abd-i Menaf Oğulları seni yer yüzünde sağ gezdirirler mi sanıyorsun?
NUAYM: Ya Ömer , bırak yakamı ! (Bırakır) Sen ilkin, ev halkına dön, onlara bak !
NUAYM: Enişten Said bin Zeyd ile, kız kardeşin Fatıma ! Vallahi, onların her ikisi de Müslüman olmuşlar ve Muhammed’in dinine girmişlerdir. Sen onlarla uğraş, Muhammed neyine gerek ? Var git işine !
SAHNE – 2
DEKOR: ( 1. SAHNE DEKORUNDA BİRAZ DEĞİŞİKLİKLE YAPILABİLİR.) Bir evin kesiti. Bir oda. Yan tarafta sokak. Sokağın karşı tarafında bir evin köşesi görünüyor. Geri planda, çatısız ev siluetleri ile birkaç hurma ağacı. Odanın sokağa açılan kapısı. Karşısında, iç odaya açılan bir kapı. Duvarlar sade. Karşıda, kemerde asılı bir kılıç. Yerde, bir kilim, kenarlarda ince minderler.
SAHNEDE ROL ALANLAR: SAİD – FATIMA – HABBAB – EBU CEHİL – NADR – ÜMEYYE – MÜSLÜMAN - HZ. ÖMER
( Perde açılır, ışıklar yanar. Said elini şakağına koymuş, kenarda oturuyor. Düşünceli, endişeli.)
FATIMA: (Elinde bir sini ile içeri girer. Sinide bir kâse ve iki tahta kaşık, iki küçük esmer ekmek dilimi. Odanın ortasına, kilimin üzerine koyar. Doğrulur, Said’e bakar.) Sofra hazır, buyur. Karnın çok acıkmıştır.
SAİD: ( Başını kaldırır. Yavaşça kalkar. Sofranın yanına gelir, oturur. Fâtıma da oturur. Said ekmekten bir lokma koparır.) Bismillâhirrahmânirrahîm. (Ağzına atar. Kaşığı eline alır.. İsteksizdir. Kâseye uzatır, fakat vazgeçer. Kaşığı yerine bırakır.)
FATIMA: Bismillâhirrahmânirrahîm… (Ekmeği koparır, ağzına atar, çiğnerken kâseden bir-iki kaşık alır. Said’e bakar.)
SAİD: Elhamdülillah…
FATIMA: Neden yemiyorsun, ya Said ? Beğenmedin mi yoksa ? (Üzgün) Vallahi, evimizde bundan başka yiyecek kalmamıştır.
SAİD: Beğenmemek ne kelime, yâ Fâtıma ! Buna muhtaç olan, nice kardeşlerimiz vardır. Niceleri, günlerdir aç-susuz, müşriklerin işkenceleri altında, feryat edip duruyorlar. Ağızlarına bir damla su bile damlatılmıyor. Kızgın güneşin altında, ölümle karşı karşıya kalmış, Rablerine kavuşmayı bekliyorlar… Onlar, o haldeyken, şu bir lokma ekmek bile boğazımdan geçmek bilmiyor. (Ağlamaklı, kalkar.. Pencereye doğru ilerler.)
FATIMA: Doğrusun, ey efendim! Ama, Allah, elbet de Müslümanlara bir çıkış yolu gösterecek, mü’minler, elbet de galip gelecektir. Bu canımız O’nun yoluna feda olsun ! Allah yolunda ve sırf imanları sebebiyle eza gören, cefa çeken, şehid olan kardeşlerimizin yeri, elbet Cennet’tir… (Kalkar, Said’e doğru yürür.) İşitmedin mi, müşriklerin işkencelerine maruz kalan şu, kimsesiz, Yâsir, Sümeyye ve oğulları Ammar ailesine Rasûlullah efendimiz ne demişti ? “ Sabredin, ey Yâsir ailesi! Sabredin, ey Yâsir ailesi! Sizin mükâfatınız, Cennet’tir! Sabredin, ey Yâsir ailesi!”
SAİD: Evet, işittim… Bir müddet sonra, Yâsir şehit oldu… Sonra da Sümeyye Hatun… Hem de, değil bir insanın, en vahşi bir hayvanın bile yapamayacağı bir vahşetle, Ebû Cehil şehit etti onu…Ne korkunç, ne vahşi bir manzaraydı o, yâ Rabbi ! (Kin dolu bir ifade ile) Ama, bu eza ve işkenceler, Muhammed’e (aleyhis-selâm) inananları yıldırmaz. Onları ürkütmez! Belki, imanlarının kuvvetlenmesine ve her geçen gün, sayılarının artmasına vesile olur !
FATIMA: Vallahi, şimdi, imanımın bütün varlığımı daha iyi sardığını hissediyorum !
SAİD: (Fâtıma’ya şefkat ve muhabbetle bakar. Ellerini açar.) Bizi iman ile müşerref kıldığın için, sana hamd olsun yâ Rabbi! Bize imanı nasip ettiğin gibi, şehâdet şerbetini içmeyi de nasip eyle Allah’ım !
FATIMA: Âmin ! (Döner, sofrayı kaldırmak ister.)
SAİD: ( Pencereye yanaşır. Dışarı bakar. Sevinir.) Habbab geliyor ! (Fâtıma sofrayı bırakır. Merakla bekler.)
HABBAB: ( Evin köşesinden girer, görünmekten korkarcasına, sakınarak ve etrafına şüpheyle bakınarak, eve yaklaşır. Kapı önüne gelir. )
SAİD: ( Kapıya gelmiştir. Kapıyı açar.) Buyur ey Habbab, geldiğinizi gördüm. Hoş geldiniz, safâlar getirdiniz.
HABBAB: (Girer) Selâmün aleyküm!
SAİD: Ve aleyküm selâm! (kapıyı kapar)
FATIMA: Ve aleyküm selâm
SAİD: Karnın açtır. (Sofrayı gösterir) Buyur sofraya, birkaç lokma bir şey ye.
FATIMA: Allah ne verdiyse (Sofrayı işaret eder)
HABBAB: Sağ olun. Açlığımı hissetmiyorum. Zaten yiyecek halimde yok. Bir taraftan, o kadar mutluyum, o kadar huzurluyum ki, Kur-an okumak, Kur-an ezberlemek ve onu anlamak beni doyuruyor. Diğer taratan, müşrikler ve putlarına o kadar kızıyorum ki, kalbime her an kin ve nefret doluyor. Gözüme ne yiyecek ne içecek hiçbir şey görünmüyor.
SAİD: Madem yemeyeceksiniz, buyrun şöyle oturun ya Habbab (Yer gösterir)
HABBAB: (Gösterilen yere oturur) Müşrikler azgınlıklarına devam ediyorlar “Allah birdir” diyenlere etmediklerini bırakmıyorlar. Her yerde eza, her yerde işkence ediyorlar. Sokaklar, meydanlar, “Allahu ekber!” diye feryad ediyor ….
SAİD: Kime işkence ediyorlar gene? (Oturur)
HABBAB: Kime etmiyorlar ki? Ömer bin Hattab, Müslüman oldular diye, yoruluncaya kadar kadınları dövüyor. Lübeyne Kızı dövmüş, dövmüş, sonra da boğazına sarılmış, öldü diye bırakıp bu sefer de Zinnire Kızın üzerine çullanmış. Ona da aynı şeyi yapmış. Bereket ki ölmemişler. Dün yine Lübeyne’nin önüne çıkmış. Kötü şekilde dövmüş. Nihayet yorulmuş ta öyle bırakmış. Hem de “Senden özür dilerim! Ben, seni, acıdığım için değil, yorulduğum için bıraktım” diyerek alay da etmiş. Ama Lübeyne de ona “Eğer Müslüman olmazsan, Allah ta sana böyle azab edecektir, bilmiş ol ey Ömer!” diye haykırmış.
FATIMA: Oh! Ne güzel demiş, Allah razı olsun!
HABBAB: Dahası var. Asıl sevindirici olan burası …
SAİD: Eee! Hayırdır inşallah?
HABBAB: (Yerinden doğrulur) Hayır ya! Bugün, Lübeyne ile annesi Nehdiye, sahibesi tarafından un öğütmeye gönderilmişler. Zavallılar sırtlarında çuvallar olduğu halde sahibesi tarafından kırbaçlanıyorlardı. Kadın hem vuruyor, hem de diyordu ki;”Sizin gibi dininden dönmüş biri, sizi satın alıp azat etmedikçe, işkenceden geri durmayacağım! (Alaylı bir şekilde) Fakat sizi kim alır? (Sinirli) Onun için siz, hiçbir zaman da azat olunmayacaksınız!”
FATIMA: Vah vah! Sonra?
HABBAB: Derken, Ebu Bekir çıkageldi. Kadına “Yemininden dön!” dedi. Kadın “Yeminimden döneyim de, onları azat mı edeyim? Onların itikadını zaten sen bozdun! İstiyorsan, onları sen satın al da,sen azat et!” diye çıkıştı. Ebu Bekir de “Kaça onlar?” dedi. Kadın da “Şu kadar, şu kadar” deyince Ebu Bekir” Ben de onları aldım, hürdürler!” dedi. Parasını kadına verdi ve onları kurtardı. (Fatıma ve Said sevinirler)
SAİD: (Sevinçli, kalkar) Yâ Rabbi, sen Ebu Bekir’den razı ol! Onun malını, servetini daha da çoğalt. Çoğalt ki eza gören zavallı dindaşlarımıza yardım edebilsin! (Fatıma, sofrayı alır. İç tarafa götürür)
HABBAB: Bize yapılan işkenceler nedir ki? Asıl Rasûlüllaha yapılan eza ve cefalar beni üzüyor ya Said! Bir insana hem de son zamana kadar el üstünde tutup güvendikleri, “El Emin” dedikleri, yalan söylediği işitilmemiş bir insana kendi kavminin bu kadar işkence etmesi ne görülmüş ne de işitilmiştir.
SAİD: Evet haklısın. Ama elimizden ne gelir? Karşı koyamıyoruz. Savaşamıyoruz. Elimiz kolumuz bağlı, imanımızla baş başa kalmışız, seyrediyoruz. Her gün her an bir müslümanın feryadıyla kulaklarımız doluyor, yüreğimizin yağı eriyor. Ancak bir şey yapamamanın ızdırabını yaşıyoruz! Bu ızdırap, bu işkenceler ne zaman bitecek, Allahım!
HABBAB: (Kalkar, Said’in yanına gelir, elini omzuna koyar) Ey kardeşim, sabret! Rasulullah’a dedim ki: “Ya Rasullalah, Çektiğimiz şu işkencelerden kurtulmamız için, Allah’a dua etmez misin?” Rasûllüllah bu sualime, uzandığı yerden doğrularak ve benzi kızararak şöyle cevap verdi:” Sizden önceki ümmetler içinde öyle kimseler vardı ki, demir taraklarla, bütün etleri, derileri soyulup kazınırdı da bu işkence yine onları dininden döndüremezdi. Testereyle tepesinden ikiye bölünürdü de, yine bu işkence onu dininden döndüremezdi. Allah, elbette bu islâmiyeti tamamlayacak ve üstün kılacaktır. Öyle ki hayvanına binip, San’a’dan Hadra’Mevt’e kadar, tek başına giden bir kimse, Allah’tan başkasından korkmayacak, koyunları hakkında da kurt saldırmasından başka bir korku duymayacaktır! Fakat siz, acele ediyorsunuz!” Onun için, sabret. Allah, her şeyin vaktini tayin ve tespit etmiştir. Zamanı gelince, çıkış yolu gösterilecektir.
SAİD: Güzel dedin yâ Habbab. Yüreğime su serptin… Biliyorum, sen de onların elinden çok çektin. Sana da çok işkence yaptılar değil mi?
HABBAB: Ellerinden ne geldiyse yaptılar. Bir ikisini anlatayım da dinle. Eski sahibim Ümmü Enmar, ateşte kızdırdığı demirle başımı dağlamıştı. O kadar acıyordu ki Rasûllülaha söyledim. O da Allah’ım Habbab’a yardım et” diye dua etti. Allah!ın işine bak ki, (Güler) Ümmü Enmar’da başından bir derde tutulmuştu da ateşle dağlanmasını öğütlemişler. Ben de onun başını ateşle dağladım. (Said güler) Esved bin Abdi Yağus, Ramda’da öğle sıcağında sırtımı burnumu kızgın taşlara, kumlara sürttürdü. Bir gün yine yakalayıp götürdüler. Bir ateş yaktılar. Beni ateşin üzerine sırt üstü yatırdılar. Ayaklarıyla göğsüme basarak, ateş sönünceye, yer soğuyuncaya, vücudumun yağı, teri, kuruyuncaya kadar öyle beklettiler. Ama bütün bu işkenceler imanımı söküp atmak yerine, onun daha da kuvvetlenmesini sağladı.
SAİD: Allah, sabır ve ecrini arttırsın …(Hatırlamış gibi) Aklıma gelmişken sorayım: Rasûlüllah bazı Müslümanlara, Habeşistan’a gitmeleri için izin verdi ve onlar Mekke’den ayrılarak gittiler. Sen niye gitmedin onlarla?
HABBAB: Evet, Rasûlüllah onlara izin verdi. Başlarında da Ebu Talib’in oğlu Cafer vardı. Onlar kendilerine işkence yapılmayan, huzur içinde ibadet edebilecekleri bir ülkeye gittiler. Bana gelince, ben, Kur-an’ı ezberlemek, okumak ve buradaki Müslümanlara öğretmekle, kendimi görevli saydım ve burada kalmaya karar verdim. Çünkü bunlar bana en büyük huzuru ve saadeti veriyor. Ayrıca, Rasûlüllah burada kaldığı müddetçe vallahi ben de buradan gitmek istemem.
SAİD: Bundan sonra gitmek de çok tehlikeli zaten. Çünkü, Müslümanların Habeşistan’a hicret ettiklerini müşrikler öğrenince büyük bir telâşa kapıldılar. Mekke dışına, Müslümanları çıkartmamak için tedbirler almışlar. Giriş ve çıkışları kontrol ediyorlarmış.
HABBAB: Ondan da öte Habeşistan’a giden muhacirleri geri almak için, zengin hediyelerle birlikte Abdullah bin Ebi Rebia ile Amr bin Âs’ı Necâşi’ye elçi göndermişler.
SAİD: Sanıyorum ki İslâmiyetin Mekke dışına taşıp yayılmasından çekiniyorlar.
HABBAB: Ne olursa olsun, Hazreti Muhammed’in peygamber olarak gönderildiği oralarda da duyuldu. Zaten “ Müşrikler hoşlanmasalar, istemeseler de Allah, nûrunu tamamlayacaktır!” ilâhi kelâmı haktır ve gerçekleşecektir.
SAİD: Âmenna!
FATIMA: (Girer. Habbab’a) Rasûlüllahtan yeni bir haber var mı , yâ Habbab?
HABBAB: Evet, size getirdim onu. Okuyacağım. Şöyle oturalım. (Oturur. Elini koynuna sokar, bir deri parçasına yazılmış ayetleri çıkarır. Said ile Fatıma da oturmak üzereyken, dışarıdan kahkahalarla, gürültüler gelir. Izdırapla inleyen bir feryad)
MÜSLÜMAN: ( Feryad şeklinde sesi gelir) Allahü ekber !... Allahü ekber !... (Said pencereye yaklaşır. Habbab da kalkar, pencereye yaklaşır. Merakla bakarlar)
EBU CEHİL: (Nadr ve Ümeyye ile birlikte, kolları sıkıca bağlı bir müslümanı, boynundan bağlı bir iple, ite kaka götürüyorlar. Ellerindeki sopalarla vuruyorlar.) Söyle ! Muhammed’in tanrısını mı, bizim tanrılarımızı mı seviyorsun ?
MÜSLÜMAN: Allahü ekber! Allah Birdir !
NADR: Peki Lât, Menat, Uzza ne oluyor ? Onlar tanrı değil mi ? Onlar da birer tane ?
MÜSLÜMAN: Allah, birdir, tektir. Onlar ve siz “Cehennem Odunusunuz !”
NADR: Cehennem odunu, ha ? (Vurur.) Al sana ! Rabbine yalvar da kurtarsın seni ! (Kahkaha atar.)
MÜLÜMAN: Allahü ekber ! Lâ ilâhe illallah, Muhammedürrasûlüllah !
ÜMEYYE: İnadı bırak! Muhammed’i inkâr et! Onun tanrısını inkâr et! Et de kurtul!
EBU CEHİL: Hadi , dediğini yap !
MÜSLÜMAN: Allah birdir! Ondan başka tanrı yoktur. Muhammed, Allah’ın Peygamberidir !
EBU CEİL: Demek öyle ! Vurun ! (Nadr ve Ümeyye vururlar.)
MÜSLÜMAN: (Her vurulmada) Allah !... Allah!...
ÜMEYYE: Bu ısrarın, sana fayda vermez. Vallahi biz, ne dövmekten yorulur, ne de işkence etmekten bıkarız !
NADR: Muhammed nasıl da büyülemiş seni !
EBU CEHİL: Onun bir sihirbaz olduğunu işitmedin mi ? Ha, işitmedin mi ? “Kur’an” dediği, onun sihirli sözleri değil mi ?
MÜSLÜMAN: ( Bitkin halde ) Vallahi, ondan daha doğru sözlüsünü, şimdiye kadar görmedim. Siz de öyle bilirsiniz. Ona, “El-emin” dersiniz. Ama, gururunuz onu tasdik etmenize mani oluyor… “Sihirbaz” iddianıza gelince, vallahi siz, Velid bin Mugire’ye tabi olmuşsunz… O, düşünüp taşınıp bu iftirayı atmıştı da, Allah onun hakkında ayetler indirmişti… Siz de bunu işitmediniz mi ? (Nadr ve Ümeyye vurmak isterler.)
EBU CEHİL: (Engel olur.) Durun, vurmayın ! Konuşsun bakalım, neymiş ayetleri ? Hadi söyle de, neymiş öğrenelim ?
MÜSLÜMAN: (Ağır ve tane tane, ayetleri okur.) “ Bırak bana, o yalnız yarattığım, kendisine uzun uzadıya mal ve – yardımında bulunmak üzere- de oğullar verdiğim, nimetlerimi önüne yaydığım kimseyi , bana bırak! Sonra o, bütün bunlar yetmiyormuş gibi, hırs ile daha da artmasını ister. Hiç istemesin ! O, bizim ayetlerimize karşı, alabildiğine bir inatçı kesildi. Onu, sarp bir yokuşa sardıracağım! Çünkü o, Kur’an hakkında ne deyeceğini uzun uzadıya düşündü, ölçtü biçti. Helâk olasıca, nasıl da ölçtü biçti ! Evet helâk olasıca, nasıl da ölçtü biçti! Sonra baktı, kaşlarını çattı, suratını astı. Sonra da arkasını çevirdi de büyüklendi… “ Bu ancak dillerde dolaşan bir sihirdir. Bu ancak bir insan sözüdür.” dedi. Onu Cehenneme atacağım ! Bilir misin, Cehennem nedir ? Cehennem, insanın bedeninden, yakıp kül etmedik hiçbir yerini bırakmadığı gibi, eski haline geldikçe de onu yakıp kül etmekten vaz geçmez. İnsana susamıştır !” (Müddessir Sûresi: 11 – 29 ayetler.)
NADR: ( Şaşkın) Vallahi bu sözler, insan sözü olamaz !
EBU CEHİL: (Şaşkın) Ne güzel ifadeler ! (Toparlanır.) Ama, ama bunlar da onun sihirli sözlerindendir. Vallahi, bunarı inkâr etmedikçe, sana işkenceye devam edeceğim!
MÜSLÜMAN: Bunların inkârı mümkün mü, ey Ebu Cehil ?
EBU CEHİL: Ben inkâr ediyorum ya, sen de inkâr edeceksin !
MÜSLÜMAN: Asla ! Ben, sana ve senin gibilere değil, Allah’ın Rasûlü Muhammed’e tâbiyim !
EBU CEHİL: Vurun ! ( Vururlar.. Tekmelerler.. Müslüman, bitkin yere yıkılır, bayılır.) Yeter! Artık acı duyamaz. Çekin, Ramda’ya götürelim. Orada aklı başına gelir. Gene devam ederiz. ! ( Çekerler, sürükleyerek giderler.)
HABBAB: ( Üzgün ) Allah yardımcısı olsun…
SAİD: ( Sinirli ) “Rabbim Allah” deyen bir kimseye, bunca işkence revâ mıdır ?
HABBAB: Hadi size, Rasûlüllah’tan getirdiğimi okuyup öğreteyim. (Otururlar. Ses seda yoktur..) Eûzü billahi min-eşşeytani-rracîm… Bismillâhi-rrahmâni-rrahîm…Tâ hâ… (Ayetler okunur.)
FATIMA: (Said endişelenir.) Eyvah ! Ağabeyim Ömer geldi. Onun sesi bu ! (Habbab okumayı keser) Sahifeyi bana verin, yâ Habbab. (Sahifeyi alır, koynuna sokar.)
SAİD: Siz, şuraya, kilere girip saklanın, yâ Habbab. (Habbab yan kapıdan çıkar.) Kimdir o ?
SAİD: (Kapıyı açar.) Buyur, yâ Ömer !
FATIMA: Ne işitmiş olabilirsin ? Biz aramızda konuşmuyorduk ki !
SAİD: Kız kardeşin , doğru söylüyor, ey Ömer ! Geldiğinde aramızda konuşmuyorduk.
SAİD: Ey Ömer, Hak ve gerçek din, senin dininden başkadır. Sen, bunu hâlâ görüp anlayamadın mı ?
FATIMA: (Hz. Ömer’i omuzlarından tutup çekmeğe çalışır.) Allah’tan kork, ey Ömer ! Yapma ! Allah’tan kork !
FATIMA : ( Tokatın etkisiyle yere düşer. Ağzından kan gelir. Toparlanıp doğrulur. O sırada Hz. Ömer kılıcına el atar.) Evet, Müslüman olduk ! Allah’a ve Rasûlüne iman ettik.. (Hz. Ömer başını ona çevirir. Kanlı halini görünce irkilir. Kılıcını çıkarmaz. Said’i bırakır.)
SAİD: Ey Ömer ! Hak ve gerçek din, seninkinden başkadır ! ( Hz. Ömer, ona bakar. Sonra doğrulur. Pişmanlık duygusuyla Fatıma’ya bakmaktadır.) Eşhedü en lâ ilâhe illallah, ve eşhedü enne Muhammede-rrasûlüllah ! ( Ona bakar)
FATIMA : Ben şehâdet ederim ki, Allah’tan başka tanrı yoktur. Yine şehâdet ederim ki Muhammed, Allah’ın rasûlüdür ! ( Hz. Ömer ona bakar.) Sen artık dilediğini yap, ey kardeşim, elinden geleni bırakma, öldüreceksen, öldür !
FATIMA: Sen, ona da hakaret edersin, bundan korkarız. Ona hakarete ise dayanamayız, ey kardeşim.
FATIMA: (Yüzünde bir sevinç belirir) Kardeşim, sen, Allah’a şirk koşulan bir dindesin.. Onun için, pis sayılırsın. Halbuki “ona ancak temiz olanlar el sürebilir.”
FATIMA: Kalk, önce, Kur’an okumaya niyet et, sonra da tepeden tırnağa güzelce yıkan !
SAİD: Evet yâ Ömer. Gelin peşimden. (Önce Said çıkar, peşinden Ömer çıkar. Fatıma heyecanlıdır… Said geri döner.) Acaba niyeti nedir ?
FATIMA: Belki Allah, kendisine hidayet nasip eder… Öyle heyecanlıyım ki ! Yâ Rabbi, Sen, ağabeyim Ömer’i bu şirk bataklığından kurtar ! ( Oda içinde heyecanlı, gezinirler.)
FATIMA: (Koynundan sahifeyi çıkarır. Öper, Hz. Ömer’e uzatır.) İşte, buyur.
HABBAB: ( Sevinçle içeri girer.) Müjde, ey Ömer ! (Hepsi ona bakarlar) Dilerim ki, Rasûlüllah’ın, senin hakkında yaptığı dua gerçekleşsin. Dün gece O, “Allah’ım, İslâmiyeti, ya Ebu Cehil ile, ya da Hattab oğlu Ömer’le kuvvetlendir!” diye dua ediyordu. Allah, Allah… Şu işe bak ey Ömer!
FATIMA: Ey kardeşim, hâlâ ona bir kötülük etmenden endişeliyim. Ona, hoşuna gitmeyecek bir zarar vermeyeceğine yemin edersen, Onun yerini söylerim.
FATIMA: Şükürler olsun! O şimdi, Erkam’ın Safa tepesi yanındaki evinde, dostlarıyla birliktedir.
HABBAB: Allah’a hamd olsun! Gidelim, yâ Ömer. (Çıkar. Hz. Ömer de peşinden çıkar. Said ve Fatıma sevinçli olarak bakarlar. Pencereye yanaşırlar, bakıp kalırlar)
EFEKT: ( I. SES) Yâ Rasûlallah, Ömer bin Hattab geliyor. Kılıcını da kuşanmış !
( II. SES) (Tok ve derûnî ) Kapıyı açın! Bırakın onu, gelsin! Eğer Allah, onun hayrını murad ettiyse, kendisini doğru yola iletir. (Kapı açılması… kapanması…) Ey Hattab’ın oğlu , niye geldin ? Vallahi, Velid bin Mugire gibi, senin hakkında da Yüce Allah’ın, rezil ve rüsvâ edici ayetler indirdiğini görmeyeyim ! Sen, sonuna kadar mı böyle gideceksin ? Allah’ım, bu, Hattab’ın oğlu Ömer’dir. Allah’ım, İslâm Dinini Hattab’ın oğlu Ömer’le kuvvetlendir !
(HZ. ÖMER) Yâ Rasûlallah, ben Allah’a ve Rasûlüne, Onun Allah’tan getirdiklerine iman etmek için geldim ! Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Rasûlüllah !
( II. SES) Allahü Ekber !
( TEKBİR) (Gittikçe kalabalıklaşan ve gürleşen tekbir. Üç defa) Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Allahü ekber ve lillâhi-l hamd ! (Said ve Fatıma da ikinci tekbirde katılırlar. Perde yavaş yavaş kapanır.)
PERDE KAPANIR – IŞIKLAR YANAR
İKİNCİ PERDE
SAHNE : 1
DEKOR: VI. Yüzyıl, Habeş Kralı Necaşî’nin sarayında, kabul salonu. İki bölüm. Bir taraf küçük, diğer taraf geniş. Küçük salon, Mabeynci ve Devlet Ricalinin toplanma yeri. Çevrede iki koltuk ve sedirler. Sahneye uygun aksesuar. Geniş salon, Necaşî’nin kabul ve Devlet Erkânı ile görüşme salonu. Ortada yüksekçe, kralın tahtı. Zeminde yanlarda ikişer koltuk, yeteri kadar oturacak yer. Tahtın arkasında duvarda, Habeş arması.
SAHNEDE ROL ALANLAR: NECAŞİ – I. RAHİP – II. RAHİP- YAVER – KUMANDAN – MABEYNCİ – AMR İBNÜ’L AS – ABDULLAH BİN EBİ REBİA – CAFER BİN EBİ TALİP - MÜSLÜMAN
( Perde açılır. Işıklar yanar. Kral tahtında, rahipler sağlı sollu oturuyorlar. Mabeynci odasında, salona açılan kapı yanında., kollarını göğsünde kavuşturmuş, dimdik duruyor. Yaver koltukta oturuyor. Kumandan ayakta, kendi halinde duruyor. )
NECAŞİ: ( Düşünceli. Ağır ağır kalkar. Çenesini tutar.) Mesih hakkı için, ülkemde bir refah ve saadet vardır. Diğer insanlar neden geçinemezler, birbirlerine düşerler, anlamıyorum. Hicaz bölgesinde, büyük karışıklıkların olduğu söyleniyor. (Sağındaki Rahib’e) Nedir bu, muhterem peder, ne anlıyorsunuz bundan ?
NECAŞİ: Peygamber mi dediniz ?
NECAŞİ: Bu bir isyan başlangıcı, bir ayaklanma falan olmasın ?
NECAŞİ: Putperestliği yıkmak gibi bir şey mi?
NECAŞİ: ( II.Rahib’e) Siz ne dersiniz ? Görüşünüz nedir, Muhterem Peder ?
NECAŞİ: Peki, bir kimsenin çıkıp ta “ben peygamberim” demesi olacak şey midir ? Kalıcı olan, bizim dinimiz, hak din değil midir ?
NECAŞİ: Peki bu adam necidir öyleyse ? Yoksa bizim dinimizi öğrendi de, bunu, putlara tapanlara öğretmeye mi çalışıyor ?
NECAŞİ: Allah Allah, şu işe bakın ! Demek böyle bir peygamberin geleceği İncil’de var ? Ve biz Onu bekliyoruz ?
NECAŞİ: Öyleyse ne yapmamız gerektiğini bir düşünelim. (Tahtına oturur. Düşünceye dalar.)
AMR: (İçeri girer. Abdullah da arkasından girer. İçerdekiler onlara, onlar da içerdekilere bakarlar.) Habeş ülkesinin devlet erkanına selam olsun ! Ben, Amr ibnü’l As, bu da (Abdullah’ı gösterir.) Abdullah bin ebî Rebia. Hicaz’dan, Mekke’den geliyoruz. Ülkemizin elçileriyiz !
YAVER: (Ayağa kalkar.) Ben yüce kralımızın yaveriyim. Bu da ordularımızın baş kumandanıdır. Ülkemize hoş geldiniz!
AMR: Sizi tanımak bizim için şereftir. Sizlerle konuşmak, bize huzur verecektir.
ABDULLAH: Kralla görüşmeden önce, sizlerle konuşmak bizim de arzu ettiğimiz bir şeydi. Zira, sizlere ülkemizden, Kureyş ve Mekke ulularından selâmlar ve zengin hediyeler getirmişizdir.
KUMANDAN: Bu ne demek oluyor ?
AMR: Biz komşu devletler sayılırız. Aramızda deniz var, ama, ne önemi var ? Komşuluk münasebetlerimizden olarak, sizlere hediyeler takdim etmek istiyoruz.
KUMANDAN: Öyleyse çok teşekkür ederiz.
YAVER: Zahmetler etmişsiniz. Biz de hediyelerinize karşılık vermek isteriz. Bundan da zevk duyarız. Evet, konunuz neydi ?
AMR: Kralla görüşmek istiyoruz. Bize yardım eder misiniz?
YAVER: Size nasıl bir yardımımız dokunabilir ?
AMR: Şimdi Kralın huzuruna çıkacağız. Sizlerden bizi desteklemenizi rica ediyoruz.
YAVER: Desteklemek mi ? Hangi konuda ? Nasıl ?
AMR: Bakın anlatayım. Ülkemizden, bazı aklı ermez gençler, kavimlerinin dinlerinden ayrılıp, fakat sizin dininizi de kabul etmeyerek, başka bir dinle ortaya çıktılar. Bunlar, kendi memleketlerinden de kaçarak, Hükümdarın memleketine girdiler. Buraya yamandılar. Biz onların geri gönderilmelerini istemek üzere, kavmimiz tarafından Hükümdara gönderilmiş bulunuyoruz. Biz Hükümdar ile konuşurken siz de, hükümdarın onlarla konuşmasına fırsat vermeden, kendilerini derhal bize teslim etmesi hususunda destekleyin !
ABDULLAH: Hükümdara, “onları kendilerinden olanlar, elbette başkalarından daha iyi bilir, kusurlarını da daha iyi görürler” deyebilirsiniz, meselâ…
YAVER: Haklısınız. Öyleyse sizi destekleyebiliriz. Değil mi sayın kumandan ?
KUMANDAN: Ya, tabii olur, destekleriz…
NECAŞİ: (Başını kaldırır.) Kararımı verdim ! Hemen bir heyet gönderip, öğrenmeliyiz, durumu ! ( Sinirli ) Komşumuz sayılan bir ülkede, olup bitenlerden haberimiz yok ! (El çırpar. Mabeynci hemen kalkar ve içeri girer. Eğilerek selâm verir.) Hemen divan toplansın ! Hicaza temsilci göndereceğim !
MABEYNCİ: Emredersiniz, Haşmetmeap. Yalnız ….
NECAŞİ: Evet, yalnız ?
MABEYNCİ: Şu anda Hicazdan iki elçi gelmiş bulunmaktadır. Huzura çıkmak isterler.
NECAŞİ: Hicazdan iki elçi mi ? Çok güzel! Hemen huzuruma al onları! Divan’a da lüzum yok! (Rahiplere) Bunlardan bilgi alabiliriz. ( Mabeynci selâm verir, çıkar.)
MABEYNCİ: (Elçilere) Kral hazretleri sizi beklemektedir.
YAVER: Beni takip ediniz. (Mabeynci girer. Arkasından Yaver, Kumandan, Amr ve Abdullah girerler.) Hicaz Bölgesi, Mekke Elçileri, Haşmetmeap ! (Amr ve Abdullah ilerler, kralın önünde secde ederler.)
NECAŞİ: Kalkın ! Memleketime hoş geldiniz !
AMR: ( İkisi de ayağa kalkarlar.) Size Hicazdan, Mekke ulularından selâmlar getirdik Haşmetmeap! Maruzatımız var!
NECAŞİ: Nedir ? (Yer gösterir) Oturun da anlatın.
AMR: (Koltuğa oturur.) Ey kral, içimizden birkaç hain genç senin memleketine sığındı!
NECAŞİ: Benim memleketime mi ?
AMR: Evet.
NECAŞİ: Peki sebep nedir sizce ?
AMR: İçimizden bir adam çıktı. Kendisinde, daha önce olmayan, bazı haller görünmeye başladı …
NECAŞİ: Ne gibi haller ?
AMR: Nasıl diyeyim, mecnunluk gibi, kâhinlik gibi, şairlik gibi, sihirbazlık gibi haller…
NECAŞİ: Bir adamda bunların toplanmış olması mümkün mü?
ABDULLAH: Evet efendim. Aynen söylediği gibi !
NECAŞİ: ( Rahiplere ve diğerlerine) Ey din adamları, devlet adamları! Söyleyin, mümkün mü ?
RAHİPLER: Mümkün değil efendimiz.
ABDULLAH: Tanrılarımız adına yemin ederiz efendimiz, söylediklerimiz doğrudur.
NECAŞİ: Peki. Devam edin !
AMR: Bu adam, söylediği sözlerle, gösterdiği sihirlerle halkımızı büyülemeye, tanrılarımızı kötülemeğe, atalarımıza dil uzatmağa başladı. Böylece, halkımızı ikiye böldü. Aramıza nifak soktu. İşlerimizi bozdu…
NECAŞİ: Bunların benimle ilgisi ne ? Bu sizin kendi meseleniz.
ABDULLAH: İlgisi şu: Bu adam, bizim işlerimizi bozduğu, halkımızı böldüğü gibi, şimdi de sizin dininizi, ülkenizi ve tebaanızı bozmaya çalışmaktadır. Bu konuda biz sana öğüt verici ve uyarıcıyız. Ülkene ticaret için gelen, emniyetli tacirlerimiz de buna şahit olabilirler ! Onlardan da sorabilirsiniz ?
NECAŞİ: Bütün bunları nereden çıkarıyorsunuz ? Bunlar çok ağır suçlamalar !
AMR: Biz, ülkene sıçrayan bozgunculuk hakkında, seni uyaralım diye, kavmimiz tarafından sana gönderildik. Çünkü, o adama uyan ve aramızdan çıkıp buraya gelen arkadaşlarının, bildiğimiz, gerçeğe aykırı hallerini, size haber verelim istedik… Onlar, Meryem oğlu İsa’yı ilah olarak tanımazlar. Huzuruna girince sana secde de etmezler !
ABDULLAH: Ey hükümdar! Bunlar, bizim bazı aklı ermez gençlerimizden olup, milletlerinin, atalarının dinlerinden ayrıldılar. Putlarımızı küçük görüyorlar. Onlara hakaret ediyorlar. Gençliğin inancını bozuyorlar. Aramıza nifak sokuyorlar. Mekkelileri ikiye ayırdılar. Senin dinine de girmediler. Bizim de, sizin de bilmediğimiz, yepyeni bir din ile ortaya çıktılar. !
AMR: İşte onlar, şimdi senin ülkene gelip sığınmış, yamanmış bulunuyorlar.
NECAŞİ: Peki onlardan ne istiyorsunuz ? Bizden istediğiniz ne ?
AMR: Arz edeceğim efendim… İlahlarımızı tanımayan, kardeşi kardeşe düşüren bu suçluların, cezalarını çekmeleri için, iadelerini istiyoruz. Bütün Kureyş büyükleri ve mültecilerin babaları, amcaları ve kabilelerinin ileri gelenleri bu hususta , bizi görevlendirdiler. Sizlere de pek kıymetli hediyeler gönderdiler !
ABDULLAH: Onları lütfen bize teslim ediniz. Biz onların haklarından geliriz !
AMR: (Abdullah’a) Yâ Abdullah, sözümü kesme ! ( Necaşi’ye) Onları, kendilerinden olanlar, elbette başkalarından daha iyi bilir, kusurlarını da daha iyi görür ve azarlarlar. Bu sebeple, onları bize teslim et, götürelim.! (Yaver’e bakar, öksürür)
NECAŞİ: (Sinirlenir) Demek onları iade etmemi istiyorsunuz ve pek kıymetli hediyeler getirdiniz !
YAVER: Kudretli hükümdarım ! Bunlar doğru söylüyorlar. Tabiidir ki, kendilerinden olanlar, elbette onları başkalarından daha iyi bilir. Kusurlarını da başkalarından daha iyi görürler. Onları bunlara teslim et. Yurtlarına, kavimlerine götürsünler.
KUMANDAN: Ben de aynı görüşteyim efendimiz. Biz onları yakinen bilip tanıyamayız. Teslim edelim unlara …
NECAŞİ: (Daha da sinirlenir. Kalkar.) Susun ! Yeter !(Yaver ve Kumandana) Siz bari, beni bilmez misiniz ? (ortaya) Hayır ! (Amr ve Abdullah korkmuşlardır.) Vallahi çaresiz kalmış, etrafıma konmuş, ülkeme sığınmış, bana iltica ve beni başkalara tercih etmiş kimseleri, (elçileri gösterir) bunlara teslim etmem ! Bunu bilesiniz ! Ancak, onları çağırır, şunların onlar hakkında söyledikleri şeyleri sorarım. Eğer bunların dediği gibiyse, onları kendilerine teslim eder, kavimlerine geri çeviririm. Şayet, iş bunun aksi olursa, kendilerini korur, en güzel şekilde görür, gözetirim. (Yaver’e) Onları bulup, derhal buraya getirin !
YAVER: Emredersiniz ! (Kumandan’a) Emri duydunuz , gelin benimle! (Selâm verir çıkarlar. Mabeynci de çıkar. IŞIKLAR SÖNER. BİRAZ ARADAN SONRA IŞIKLAR YANAR)
YAVER: Hah geldiler ! (Cafer ve Müslüman girerler) Sizi bekliyorduk.Hemen huzura girelim!
MABEYNCİ: (Girer) Mülteci temsilciler ! (Herkes kapıya bakar. Meraklıdırlar)
CAFER: ( Yaver ve Kumandan girer. Yan tarafa dururlar. Arkalarından Cafer ve Müslüman girerler.) Selâmün aleyküm ! ( Kralın önünde dimdik dururlar. Diğerleri şaşkın.)
AMR: (Amr ve Abdullah’ın sinsice gözleri parlar. Heyecanla ) Onlar size secde etmiyorlar Haşmetmeap !
ABDULLAH: Size söylemiştik !
AMR: Secde edin Krala !
KUMANDAN: Krala secde ediniz !
YAVER: Krala secde edin!
CAFER: (Başı dik) Biz Allah’tan başkasına secde etmeyiz !
YAVER: Niye secde etmiyorsunuz Krala ?
CAFER: Biz ancak Allah’a secde ederiz. Ancak Onun huzurunda eğiliriz ! Kral Allah mı ki, ona secde edelim ?
NECAŞİ: (Hayreti devam etmektedir) Yaklaşın ! (Yaklaşırlar) Secde etmenize mani olan şey nedir ?
CAFER: Biz ancak Allah’a secde ederiz. Dinimiz bunu emreder.
NECAŞİ: O da ne demek ?
CAFER: (Elçileri gösterir) Onlar puta tapan bir millettir. Biz de onlardandık. Allah bize Rasûlünü gönderdi. Biz Ona iman ettik ve kabul ettik. O da, Allah’tan başkasına secde etmemekliğimizi, bize emretti.
NECAŞİ: Siz tüccar mısınız ?
CAFER: Hayır, tüccar değiliz.
NECAŞİ: Memleketimi dolaşmaya gelmiş gezginci turistler misiniz yoksa ?
CAFER: Hayır, biz gezginci turistler de değiliz.
NECAŞİ: Benden bir isteğiniz, dileğiniz mi var ?
CAFER: Hayır yâ Emir ! Sizden maddî bir isteğimiz de yoktur.
NECAŞİ: Bana bildiriniz bakayım, siz benim ülkeme neden geldiniz ? Haliniz nedir ? Tüccar değilsiniz… Turist de değilsiniz Benden bir isteğiniz de yok… O halde bana, benim ülkeme neden geldiniz ?
CAFER: Arz edeyim, efendim.
NECAŞİ: Sonra, sizin şu ortaya çıkmış olan peygamberinizin hali nedir ? Hem bana bildiriniz ki, neden siz bana kendinizden olanlar gibi selâm vermiyorsunuz ?
ABDULLAH: (Telâşlı) Onları daha fazla bekletmeyin efendimiz, teslim edin bize, gidelim!
NECAŞİ: (Sözünü keser) Sen sus ! (Cafer’e) Sen sorduğuma cevap ver !
CAFER: Ben önce üç söz söyleyeceğim; eğer doğru söylersem, beni tasdik ediniz. Yalan söylersem, yalanlayınız. Önce emret ki (elçileri gösterir) şu adamlardan yalnız birisi konuşsun, diğeri sussun !
NECAŞİ: Sizlerden biriniz konuşsun, diğeri sussun !
AMR: Ben konuşayım.
NECAŞİ: (Amr’a) Peki. (Cafer’e) Sen devam et!
CAFER: Benim üç sorum var. (Necaşi’ye) Şu adama sorunuz: “Biz tutulup efendilerimize iade edilecek köleler miyiz ?”
NECAŞİ: (Amr’a) Onlar, köle midirler ?
AMR: Hayır, onlar şerefli ve hürdürler.
CAFER: (Necaşi’ye) Şu adama sorunuz: “Biz haksız yere , birinin kanını mı döktük ki, kanı dökülenlere iade edileceğiz ?”
NECAŞİ: (Amr’a) Bunlar haksız yere birinin kanını mı döktüler ki kısasa çağırıyorsun?
AMR: Hayır ! Bir damla bile kan dökmediler !
CAFER: (Necaşi’ye) Sorunuz şu adama: “Halkın mallarından, haksız yere aldığımız, üzerimizde ödemekle mükellef olduğumuz malları mı var ?”
NECAŞİ: (Amr’a) Eğer şuncağızların ödeyecekleri, bir kantar yükü altın da olsa, borçları varsa onu ben ödeyeceğim. Böyle bir borçları mı vardır ?
AMR: (Çekingen) Hayır, bir kırat bile borçları yoktur.
NECAŞİ: (Sinirlenir) O halde siz bunlardan ne istiyorsunuz ?
AMR: Onlar (Cafer’i gösterir) ve biz, bir dinde idik, bir işte idik. Onlar bunları bıraktılar. Muhammed’e ve dinine uydular…
AMR: Evet, “Muhammed” dedim.
AMR: Vallahi Araptır. Hem de soyu sopu en iyi bilinen, soylu bir aileden gelmiştir.
AMR: Ona bu ismi, gökte Allah’ın, yerde insanların onu övmesini istediği için, dedesi Abdülmuttalip takmış.
AMR: Muhammed , yetim olarak dünyaya geldi.
AMR: Annesi Ona “Ahmed” adını takmıştı.
AMR: Hayır. O küçük yaştayken, annesini kayetti.
NECAŞİ: Nedir garip olan ? Nedir hayret edilecek şey ? Siz neden bahsediyorsunuz ?
NECAŞİ: Yâ , demek öyle ! (Cafer’e) Siz. İçinde bulunduğunuz durumu, neden bırakıp da başkasına uydunuz ? Kavminizin dininden ayrıldığınıza, ne benim, ne de diğer milletlerin dinlerinde bulunmadığınıza göre, sizin edindiğiniz bu din, nedir ?
CAFER: Arz edeyim efendim…
ABDULLAH: Efendimiz, bunlar, yalancıdır. Daha fazla dinlemeyiniz onları ! Teslim edin bize, gidelim !
NECAŞİ: Sen sus ! (Cafer’e) Sen sorduğuma cevap ver !
CAFER: Ey Emir ! Biz cahil bir kavimdik. Cehaletimizin eseri olarak, ellerimizle putlar yapar, bu putlara tapardık. Onlardan yardım umardık. Çevremiz ve Kâbe bu tür putlarla dolu idi. Sonra biz, şehvetimizin esiri idik. Bu sebeple de her kötülüğü işlerdik. Akrabalarımızla münasebetlerimizi keser, komşularımıza kötülük yapardık. Zayıflara zulmeder ve çirkin olan her şeyi işlerdik. Kumar oynar, faiz alırdık. Kız çocuklarımızı diri diri toprağa gömer, kadınlarımızın, başka erkeklerle düşüp kalkmasını hoş karşılardık. İşte böyle bir zamanda, Allah bize Rasûlünü gönderdi…
NECAŞİ: Tanıyor muydunuz Onu ?
CAFER: Evet, yâ Emir ! Yüce Allah bize, kendimizden, soyunu, sopunu, doğruluğunu , eminliğini, iffet ve faziletlerini bilip durduğumuz, bir peygamber gönderdi. O zamana kadar biz, bu halde idik. Durumumuz böyle idi.
NECAŞİ: Peki , O neler öğretti size ?
CAFER: O peygamber bizi, Allah’a, Allah’ın birliğine inanmaya, Ona ibadet etmeye, bizim ve atalarımızın, Allah’tan başka, tapına geldiğimiz taşları ve putları bırakmaya davet etti. Doğru sözlü olmayı, emanetleri yerine getirmeyi, günahlardan ve kan dökmekten sakınmayı bize emretti. Her türlü ahlâksızlıklardan, yalan söylemekten, yetimlerin malını yemekten, namuslu kadınlara dil uzatmaktan ve iftira etmekten bizi men etti…
NECAŞİ: Kadınların değeri olmadığını sanırdım sizde ?
CAFER: Evet, ey Hükümdar, öyleydi. Kız çocuklarımız bize utanç vesilesi olur, birbirimizi bu yüzden alaya alırdık. Bunun için de, kız çocuklarımızı diri diri toprağa gömerdik. Kadınlarımız aramızda dönüp dolaşan, alınıp satılan, değersiz birer varlıktan başka bir şey değildi. Ancak, Allah’ın Rasûlü, Allah’tan aldığı vahiyle, kadınlarımızın bize , Allah’ın birer emaneti olduğunu, emanetlerimizi en güzel şekilde koruyup gözetmemizi bize emretti. Kadınla erkek arasında, inanç, ibadet, hak ve hukuk bakımından hiçbir fark olmadığını, hatta, imanlı bir kadının, imansız bir erkekten, gören gözün görmeyen gözden üstün olduğu gibi, üstün olduğunu bize öğretti. Allah yolunda, sabır ve sebat ederek, meşru ve helâl kazanç getiren işlerde çalışıp, çocuklarının geçimini sağlayan bir kadının, çalışmayan bir erkekten hayırlı olduğunu bize bildirdi. Annesini hoşnut etmeyen bir evlâdın, Cennet yüzü göremeyeceğini bize haber verdi. Böylece, dinimizde kadınlar, lâyık oldukları yere getirilmiş ve saygınlık kazanmışlardır.
NECAŞİ: Peki, başka neler öğretti size ?
CAFER: Hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın, bir Allah’a ibadet etmeyi, namaz kılmayı, zekât vermeyi, oruç tutmayı bize emretti. Biz de Onu tasdik ettik. Ona iman ettik. Onun Allah’tan alıp getirdiği ve bize tebliğ ettiği şeylere tabi olduk. Hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın, bir Allah’a ibadet ettik. Onun bize haram kıldığı şeyleri haram, helâl kıldığı şeyleri de helâl olarak kabul ettik…
NECAŞİ: Söylediklerin çok enteresan ve güzel şeyler.. Fakat, madem ki öyledir, neden benim ülkeme sığındınız ?
CAFER: Daha bitmedi efendim. (Daha tonlu) Bu yüzden kavmimiz, bize zulmetmeğe başladılar. Bizi yeni dinimizden döndürmek, Allah’a ibadetten vazgeçirip, yıllardır bizi uyutup durdukları, oyaladıkları, kişiye hiçbir zararı ve faydası dokunamayacak putlara taptırmak için, türlü işkencelere ve mihnetlere uğrattılar. Bizi perişan ettiler. Bizi sıkıştırdıkça sıkıştırdılar. Bize eski kötülüklerimizi yeniden işletmek için eza cefa ettiler. Dinimizden ayırmak istediler. Bizi memleketimizden ayırmağa ve senin ülkene sığınmağa mecbur ettiler. Ve biz, sizi başkalarına tercih ettik. Zira senin yanında, hiç kimsenin bize zulmedemeyeceğine, haksızlık yapamayacağına inanıyorduk. Şu anda burada yaklaşık yüz kişiyiz. Biz temsilcileri ve ben de sözcüleriyim. ( Biraz düşünür. Hatırlamış gibi) Selâm konusuna gelince: Biz seni Rasûlüllah’ın selâmı ile selâmladık. Birbirimizi de böyle selâmlarız. Cennete gireceklerin de selâmının böyle olduğunu Rasûlüllah bize haber verdi. Bunun için biz de seni öyle selâmladık… Sana secde etmek hususuna gelince, biz, Allah’tan başkasına secde etmekten, Allah’a sığınırız. Söyleyeceklerim bu kadardır, ey Emir !
NECAŞİ: (Elçilere) Ey Kureyş elçileri ! Sizleri ve iadesini istediğiniz gençleri dinledim. Onlar sizin köleleriniz değildir. Size borçları da yok ! Ve kısas edilecek durumları da yok ! Bunlara, haksız yere zulmettiğiniz de bir gerçek ! (Kızgın) O halde, bunları, ne hakla size teslim etmemi istersiniz ? (Cafer’e) Haydi gidiniz ! Sizi onlara teslim etmeyeceğim ! Selâmette olunuz !
CAFER: Sağ olun efendim ! Mazlumları ve Hakka inananları koruyacağınızı biliyor ve size güveniyorduk. (Döner ve çıkarlar.)
NECAŞİ: (Elçilere) Sizin de vazifeniz burada bitmiştir ! (Eliyle kapıyı işaret eder)
AMR: (Amr ve Abdullah sinirli olarak kalkarlar ve kapıya giderler. Abdullah’a) Lât ve Uzza hakkı için, Mekke’ye onlarla beraber döneceğim ! (Çıkarlar. Kral sinirli. Hâlâ kapıyı işaret eder.) IŞIKLAR SÖNER. PERDE KAPANIR.
SAHNE – 2
DEKOR : AYNI
SAHNEDE ROL ALANLAR : AYNI ŞAHISLAR
( Kral tahtında. I. Rahip ayakta, II. Rahip oturuyor. Mabeynci, odasında. Kapının yanında duruyor.)
NECAŞİ: (Meraklı) Ne demek istiyorsunuz, muhterem peder ? Nasıl geçineceklerini mi kastediyorsunuz ?
NECAŞİ: Nasıl yani ?
NECAŞİ: Benim ülkemde böyle bir şey yapacaklarına inanmıyorum. Zira benim ülkeme sığınma nedenleri belli. Atalarının, kendilerine, inanma ve ibadet etme serbestliği vermemeleri ve onlara zulmetmeleridir. Benim ülkemde, inandıklarını serbestçe yaşayabilme inançlarıdır. Yoksa benim ülkeme değil, başka bir ülkeye giderlerdi.
NECAŞİ: Evet yalnız ?
NECAŞİ: Neyi ?
NECAŞİ: Evet, haklısınız. Kendilerini davet eder, sorarız…
YAVER: (Kumandan, Amr ve Abdullah ile birlikte birinci salona girer. Mabeynci bakar.) Huzura çıkacağız !
MABEYNCİ: (Girer, eğilerek selâm verir.) Yaver hazretleri, Haşmetmeap! (Necaşi bakar)
YAVER: (İçeri girer.) Dünkü elçiler huzura girmek ister efendimiz !
NECAŞİ: (Sinirli) Yine mi onlar ? Peki ne istiyorlar ?
YAVER: Çok önemliymiş, efendimiz. Mutlaka huzura çıkmak isterler. Bir ihbarda bulunacaklarmış.
NECAŞİ: Peki gelsinler ! (Mabeynciye) İçeri al onları ! Mesih hakkı için bu müşriklere bir ders vereceğim !
MABEYNCİ: (Çıkar) Sizi bekliyor, giriniz ! (Kumandan, Abdullah ve Amr girerler. Amr ve Abdullah, kralın önünde secde ederler.)
NECAŞİ: (Sinirli) Kalkın ! Yine ne istiyorsunuz ? Size başka sözüm olmadığını anlamıyor musunuz ?
AMR: (İkisi birden kalkar.) Sizi bir konuda uyarmak istiyoruz, Haşmetmeap !
NECAŞİ: Hangi konuda ?
AMR: Efendimiz, şunu bilmenizi isteriz ki, onlar sizin memleketinizde de fitne çıkaracaklar ve halkınızı birbirine düşüreceklerdir !
NECAŞİ: (Necaşi ve Rahipler birbirine bakarlar.) Bunları da nereden çıkarıyorsunuz ?
AMR: Efendimiz, bunlar size, Meryem oğlu İsa hakkında da muhaliftirler, diğer dini hususlarda da…
YAVER: Onları yakınlarının daha iyi bildiklerini, kusurlarını daha iyi gördüklerini, bu sebeple, kendilerine teslim edilmelerinin uygun olacağını söylemiştik efendim. Şu anda da bu görüşümü savunuyorum !
KUMANDAN: Bana sorarsanız, ben de bu mültecilerin derhal teslim edilmeleri görüşündeyim, Haşmetmeap !
NECAŞİ: Yâ, sizler de bu görüştesiniz demek ? (kızgın) Ve (Elçilere) sizler, onların Meryem oğlu İsa hakkında ve başka konularda da bize muhalif olduklarını söylüyorsunuz ha ! Şayet söyledikleriniz doğru ise, Mesih hakkı için onları ülkemde tutmam ! Anlayacağız ! (Cafer ve arkadaşı girerler. Mabeynci ile bir şeyler konuşurlar)
ABDULLAH: ( Sevinçli ve sinsi.) Doğruyu kabullenip onları bize teslim edeceğinizi biliyorduk, Haşmetmeap !
NECAŞİ: (Alaylı) Hemen ümitlenmeyin elçi hazretleri. Onları…
MABEYNCİ: (Kral konuşurken girer) Mültecilerin temsilcileri ! Efendimiz!
NECAŞİ: Çok güzel! Tam lâfı üzerine geldiler. Hemen al buraya ! ( Mabeynci eğilip çıkar. Kenara çekilip Cafer ve arkadaşına yol verir.)
CAFER: (Girer. Arkasından arkadaşı girer. Gözler, onları takip etmektedir.. Vakur adımlarla birkaç adım atar. Elçilere sert bir bakış) Selâmün aleyküm, yâ Emir!
NECAŞİ: (Cafer’i tepeden tırnağa süzer. ) Senin adın nedir ? Bize kendini tanıtmadın ?
CAFER: Cafer! Ebu Talip oğlu Cafer !
NECAŞİ: Ey Cafer, Siz Meryem oğlu İsa hakkında ne düşünüyorsunuz ?
ABDULLAH: Onlar yalancıdır, efendimiz ! Onlara inanmayınız ?
NECAŞİ: (Abdullah’a) Susun siz! (Cafer’e) Cevap ver ey Cafer.
CAFER: Biz, Hazreti İsa hakkında, peygamberimizin bize, Allah’tan getirip tebliğ ettiğini söyleriz. (Herkes pür dikkat onu dinliyor.)
NECAŞİ: Peki peygamberinizin size tebliği nedir ?
CAFER: “O, Allah’ın kulu, Rasûlü, Ruhu, dünyadan ve erden vazgeçerek Allah’a bağlanmış, bakire Hazreti Meryem’e ilkah eylediği Kelimesidir. Meryem oğlu İsa’nın hali, şanı bundan ibarettir.” Evet, peygamberimizin bize tebliği budur. Biz de buna iman ettik ve kabul ettik. (Rahipler hayret içinde.)
NECAŞİ: Vallahi, Meryem oğlu İsa da zaten sizin söylediğinizden fazla bir şey değildir. (Rahiplere) Ey din adamları! Bunların dediğinin, bizim, Meryem oğlu İsa hakkında söylediklerimizden (tırnağının ucunu gösterir) şu kadarcık bile farkı yoktur !
CAFER: Yâ Emir, Peygamber efendimiz, size verilmek üzere bir mektup göndermişler ! (Koynundan, deri parçasına yazılmış mektubu çıkarır, Necaşi’ye verir.)
NECAŞİ: (Mektubu alır, öper. I. Rahibe verir.) Okuyunuz muhterem Peder ! (Oturur.)
NECAŞİ: (Çok duygulanmıştır. Ağır, ağır kalkar.) Hazreti İsa, bir hurmanın çekirdeğinin zarı kadar dahi olsun, Muhammed’in tebliğini aşmamıştır !
NECAŞİ: Ey Müslümanlar ! Size ve yanından geldiğiniz zata, selâmlar olsun ! O, ne büyük insan !... Anlatın, Onun tebliğlerinden anlatın bana ! Mesela mülkiyet hakkında ne der ?
CAFER: Mülk Allah’ındır. Yerde ve gökte, bu ikisi arasında ve toprağın altında ne varsa, hepsi Allah’ındır. Fazl ve kereminden, dilediğine dilediği kadar verir. Dilediğinden çeker alır. Bunda kadına da bir nasip, erkeğe de bir nasip vardır. Kimse kimsenin malına göz dikemez. Haksız yere kimse kimsenin malını gasp edemez. Her insan için ancak çalışmasının karşılığı vardır ! Allah, dilediğine, fazlından, daha da fazlasını verir…
NECAŞİ: Ya âile hayatı ?
CAFER: ( Az düşünür) Aile bir bütündür. Ve kutsaldır. Kadın ve erkek Allah adına birbiriyle nikahlanır. Erkek ve kadın birbirinin tamamlayıcısıdır. Birinin olmadığı yerde, diğeri yarımdır. Kadın erkek için bir örtü ve erkek de kadın için bir örtüdür. Çocuk doğduğu yatağa aittir. Babasından başkasına neseb iddia eden, Allah’ın lânetine müstahaktır. Çocukları hakkıyla sevmek ve korumak, Cehennemden kurtuluştur ! Çocuklarını sevmeyenler, Allah’ın kalplerini kararttığı kimselerdir. Her ana-baba, çocuklarını nasıl terbiye edip yetiştirdiklerinden sual olunacaklardır…
NECAŞİ: Diğer canlılar için de bir şey var mı ?
CAFER: Elbette efendim, vardır. Yerde ve gökte ve bu ikisi arasında, uçan, yürüyen, sürünen, yüzen nice hayvanlar vardır ki, onlar, Allah’ın birliğine delil teşkil ederler. Onlar, Allah’ı zikreder, tesbih eder. Onlarda, akıl sahipleri için sayısız ibretler vardır. İnsanlar, birbirlerine oldukları gibi, diğer hayvanlara da yumuşaklıkla muamele etmelidir. Onlara zulmetmemelidir. Tehlike anında veya zarûreten öldürmek ve boğazlamak gerektiğinde, acı çektirmekten kaçınmalıdır. Ayrıca, öyle insanlar vardır ki, gözleri olduğu halde hakkı görmezler, kulakları olduğu halde hakkı işitmezler, kalpleri olduğu halde hakkı idrak edemez ve Allah’ın birliğini anlayamazlar. İşte onlar, hayvanlar gibidir, hatta hayvanlardan daha aşağıdırlar…
NECAŞİ: Ey Cafer ! Ben bir ülkenin kralıyım. Benim durumum hakkında ne dersin ?
CAFER: Ey Emir! Vallahi bu ağır bir sorudur. Ama arz edeceğim tebligata göre, kararı siz veriniz… İnsanlar, bir tarağın dişleri gibi birbirine eşittirler. Ne Arabın, Arap olmayana, ne de Arap olmayanların Araplara bir üstünlüğü yoktur. Bir hükümdar ile bir kölenin arasında, insan hakları bakımından hiç bir fark yoktur. Allah katında üstünlük, gereği gibi Allah’tan korkmadadır. Allah katında en değersiz varlık, Allah’ı inkâr eden ve Ona ortak kabul eden insandır. Firavun da bir hükümdardı . İnsanlar kendisine zorla taparlardı. Karun dünyanın en zengini idi. Nemrut, en zalim hükümdardı. Fakat bunların ne zenginlikleri, ne malları, ne de tebeaları, kendilerine hiçbir fayda vermemiştir. Allah’ın lânetine uğrayıp, helâk olmuşlardır. Bu, Allah’ı inkâr edip, inkârlarında ayak diremelerindendi. Hazreti Süleyman ve Hazreti Yusuf ta birer hükümdardı. Ama onlar, Allah’ı sever, Allah’ta onları severdi. Ve Allah onları peygamberlik şerefiyle mükafatlandırdı, mucizeleriyle destekledi. Bu da, onların, Allah’ı bir ve ortaksız tanımalarından ve Ona bağlılıklarındandı. Diyeceklerim bundan ibaret ey Emir !
MÜSLÜMAN: İzin verirseniz, bu anlatılanlara bir ilavede bulunmak isterim !
NECAŞİ: Elbette.
MÜSLÜMAN: Efendim, biz, Allah’a teslim olmuş, Hakka gönül vermiş Müslümanlarız. Allah, dinini dilerse, bir kâfir, bir fâcir eliyle de yüceltir, bir Müslüman eliyle de. Dileriz ki onu, bir sahabe ruhu ve şuuruyla yanıp tutuşan Müslüman gençlerle yüceltsin ve tamamlasın. Çünkü gelecek, bu ruhla kanatlanıp şahlanan gençlerdedir !
NECAŞİ: Bana büyük dersler verdiniz, ey gençler ! Ne deyeceğimi bilemiyorum. Şaşkınlık içindeyim …
I.RAHİP: Efendim, Vahiy…
NECAŞİ: Ha, evet ! Şimdi senden son bir isteğim daha var, Cafer. Yanında, Peygamberinize gelen bir şey, bir vahiy var mı ?
CAFER: (Sevinçli) Evet efendim, var !
NECAŞİ: Getir, onu bana oku !
CAFER: Peki efendim. (Koynundan bir deri parçası çıkarır) Yalnız oturabilir miyim ?
NECAŞİ: Ah, ne kadar dalgınlık ettim ! Sözlerin o kadar etkileyici idi ki, bunu bile düşünemedim. Tabii otur. Ama merak ettim, neden ayakta okumuyorsun ?
CAFER: Bu bir Allah Kelâmıdır. Ona hürmeten ayakta okumak istemem.
NECAŞİ: Pekâlâ, o zaman, herkes otursun !
AMR: ( Herkes oturur. Amr ileri atılır) Efendimiz! (Başlar ona çevrilir) Daha fazla bekletmeyin bizi…
NECAŞİ: Bekleyemeyecekseniz, yol açık !
ABDULLAH: Yâ Amr! Sabredelim biraz. (Eliyle Müslümanları gösterir.) Onlarla beraber gideceğiz elbette !
MÜSLÜMAN: Davasında kaybedeceğini bilenlerin sözleri bunlar, yâ Emir !
CAFER: Çok doğru söyledin, bunlar hak sözden nefret ediyor ve ondan korkuyorlar !
NECAŞİ: Konuşmayı keselim ve dinleyelim ! (Cafer’e) Oku sen !
CAFER: (Okumaya başlar) Eûzü billahi min’eş şeytani’rracîm. Bismillahi’rrahmani’rrahîm ! … Ve’zkûr fi’l kitâbi Meryem…
EFEKT: (Ayetler okundukça, heyecan artar.) Kitapta Meryem kıssasını da an. Hani o, ailesinden ayrılıp şark tarafında bir yere çekilmişti. Sonra onların önünde bir perde edinmiş çekmişti. Derken, biz ona Ruh’umuzu göndermiştik de o, kendisine, yaratılışı tam bir beşer şeklinde görünmüştü. (Meryem ona) dedi ki, “Doğrusu ben senden, esirgeyici Allah’a sığınırım. Eğer sen, fenalıktan sakınan bir insan isen, çekil yolumdan !” Ruh da, “Ben ancak sana, günahlardan pâk bir oğlan vermeğe vesile olmak için, O sığındığın Rabbinin bir elçisiyim,” dedi. O, “Benim nasıl bir oğlum olacakmış ?” dedi, “Evlenip de, bana bir beşer dokunmamıştır, ben bir iffetsiz de değilim.” Ruh dedi “Evet öyledir, fakat Rabbim buyurdu ki, “O bana göre çok kolaydır. Çünkü biz onu, insanlara bir ayet ve bizden bir rahmet kılacağız.” Zaten iş olup bitmiştir !” (Meryem S. 16-21. Ayetler)
CAFER: …. Ve kâne emran makdıyyâ.. Sadakallahü’l azîm !
NECAŞİ: (Heyecanlı. Seyirciye karşı ağlamaklı ve titrek bir tonla , tane, tane) Vallahi bu, aynı kandilden fışkıran bir nurdur ki, Musa da, İsa da onunla gelmiştir. (Müslümanlara) Sizi ve yanından geldiğiniz zatı tebrik ederim ! Ben şehâdet ederim ki O Rasûlüllahtır. Zaten biz Onu İncil’de bulmuştuk! O Rasûlü, Meryem oğlu İsa da müjdelemişti. Vallahi O, eğer ülkemde olsaydı, gidip Onun ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım ! (Biraz daha tonlu) Gidiniz, ülkemin el sürülmemiş kısmında, her tecavüzden korunmuş olarak yaşayınız ! (Daha üst perdeden) Ben sizi asla (eliyle gösterir) b u müşriklere teslim etmem ! Size kötülük eden, helâk olur ! Size kötülük eden, helâk olur ! (Amr ve Abdullah yerlerinden kalkarak hızla kapıya doğru ilerler. Onlara) Duruuun ! (dururlar. El çırpar, mabeynci girer. Selâm verir. Mabeynciye) Getirmiş oldukları hediyelerle birlikte yolcu edin ! (Yaver ve Kumandan’a) Siz de eşlik edin !
MABEYNCİ: Emredersiniz Haşmetmeap ! (Tutup yaka-paça atmak ister. Çıkarlar.)
YAVER: Başüstüne efendimiz ! (Çıkar)
KUMANDAN: Başüstüne Haşmetmeap ! (Çıkar)
NECAŞİ: (Yumuşak bir tonda) Sizler misafirimizsiniz ! Ülkemde dilediğiniz kadar kalın… Ha, unutmadan sorayım, Müslüman olmam için ne yapmam gerekir ?
CAFER: Bunun için bir merasim yoktur. “Allah’tan başka tanrı yani ilah olmadığına, ve Muhammed’in (S.A.V), Allah’ın kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet edersiniz !” Hepsi bu !
NECAŞİ: Bu kadar mı ?
CAFER: Evet efendim.. Allah hidâyet etsin ! Selâmün aleyküm ! (Döner ve çıkarlar.)
NECAŞİ: (Hâlâ heyecanlı. Yavaş yavaş kollarını kaldırır) Eşhedü en lâ ilâhe illallah…(Devam ederken Rahipler de katılır.)
RAHİPLER: (Heyecanlı) Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve Rasûlüh !
PERDE KAPANIR – IŞIKLAR YANAR
S O N
T.F.A.